İTTİHAT VE TERAKKİ İKTİDARI

1908
2. Meşrutiyetin ilanından sonra ilk parlemento 17 Aralık 1908 toplanmıştı. Daha sonra muhalefet kışkırtmasıyla İttihatçılara karşı 31 Mart Ayaklanması olmuştu. Bu ayaklanmayı Selanik'ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ve içerisinde Mustafa Kemal'in yer aldığı Hareket Ordusu bastırmıştı. Babıali Baskını da denilen bu olaydan sonra 2. Abdülhamit tahttan indirilip yerine Mehmet Reşat Efendi padişah olarak tahta getirilmişti. 

31 Mart İsyanı’ndan kısa bir süre sonra çoğulcu siyasal yaşama geri dönüldü. Osmanlı Mebusan Meclisi, 1909-1913 yılları arasında Kanun-i Esasi’de yaptığı biri dizi değişiklikle meclisin ve hükümetin yetkilerini padişahın yetkilerine karşı güçlendirerek anayasal parlamenter düzeni pekiştirdi.

Bu dönemde ordunun siyasetteki yeri önemli bir tartışma konusu oldu. İTC’nin asker üyelerinin çoğu küçük rütbeli subaylardan oluşuyordu. Bu subayların İTC içinde önemli konumlarda olması ordu içindeki disiplini ve hiyerarşiyi bozuyordu. 31 Mart İsyanı’nı bastıran Mahmut Şevket Paşa, İTC’li subayların orduyla siyaset arasında tercih yapmaları için baskı yaptı. Buna rağmen ordu mensuplarının siyasetteki ağırlığı devam etti. İTC’nin meclisteki parti kanadıyla ilişkileri de sorunluydu. İTC, 1908 yılı kongresinde bir parti olmaya karar vermesine rağmen parti hiçbir zaman Cemiyet’in yerini almadı. Gerçek iktidar Cemiyet’in genel merkezinin elinde kaldı.

1911
31 Mart İsyanı sonrasında sinen muhalefet izleyen dönemde yeniden toparlandı. Farklı eğilimleri temsil eden bir dizi yeni parti kuruldu. Bu partilerin bir kısmı liberal kanatta yer alan, bir kısmı da İTC’nin laiklik ve milliyetçilik eğilimlerinden rahatsız olan grupların kurduğu partilerdi. Aynı dönemde sosyalist kanatta da bir parti kuruldu. İTC’ye karşı canlanan liberal ve muhafazakar muhalefet, 21 Kasım 1911 tarihinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası adı altında birleşti. İTC’ye muhalif olma dışında ortak yönleri çok az olan bu gruplar kısa sürede etkin bir güç oldular.

1912
İTC, güçlenen muhalefet karşısında meclis üzerindeki hakimiyetini yitirme kaygısına düşerek meclisin feshini sağladı. 1912 yılında yapılan yeni seçimler, İTC’nin baskı yollarına başvurarak kendi adaylarını seçtirmesi nedeniyle “Sopalı Seçimler” olarak anıldı. Seçimlerde İTC’nin baskı yoluyla mecliste ezici bir üstünlük sağlaması yeni meclisin meşruiyetini tartışmaya açtı. Miralay Sadık’ın öncülüğünde bir grup subayın oluşturduğu Halâskar Zabitan Grubu darbe tehdidinde bulunarak, İTC destekli hükümetin istifasını istedi. Baskılara dayanamayan Sait Paşa hükümeti istifa ederek yerini Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümetine bıraktı. Büyük Kabine olarak anılan yeni hükümet, İTC karşıtlarından oluşuyordu. 1912 yılında başlayan Balkan Savaşları nedeniyle istifa eden bu hükümetin yerine, Kamil Paşa idaresinde yine İTC karşıtı olan bir hükümet kuruldu.

Devrimin ilan edildiği ilk günlerde yeni rejimin toprak kayıplarını durduracağı inancı, Avusturya Macaristan’ın 1876’da işgal ettiği Bosna Hersek’i ilhak etmesi, Bulgaristan’ın, 1878’de özerk vilayet olarak kurulan Doğu Rumeli ile Girit’in de Yunanistan’la birleşmesiyle sarsıldı. 1910 yılında patlak veren Arnavut isyanı ve Yemen isyanı, 1911 yılında İtalya ile yapılan Trablusgarp Savaşı’nı, Osmanlı Devleti açısından ağır sonuçlar yaratan Balkan Savaşları izledi.

Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi ve Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan’ın da katılmasıyla Balkan Savaşları başladı. Büyük bir yenilgi alan Osmanlı Devleti, 3 Aralık’ta ateşkesi kabul etti. Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelmiş, Edirne’yi kuşatmışlardı. Hükümetin Edirne’nin kaybına yol açacak bir barış antlaşması imzalaması ihtimali İttihatçıları harekete geçirdi. 23 Ocak 1913’te aralarında Enver, Talat ve Cemal Beyler de olmak üzere İttihatçı bir grup subay Babıâli’ye yürüdü. Toplantı halindeki kabineyi basan İttihatçılar, Sadrazam Kamil Paşa’yı istifaya zorladıkları gibi, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı öldürdüler. Siyasal tarihe Babıâli Baskını olarak geçen bu darbe, İTC’nin siyasal iktidarını pekiştirmesini sağladı. Ocak 1913 darbesinden sonra İTC, iç siyasete tamamen hakim oldu.

1913
Darbenin hemen ardından Balkan devletleri yeniden saldırıya geçtiler. 26 Mart’ta Edirne Bulgaristan’ın eline geçti. 10 Haziran 1913’te imzalanan Londra Antlaşması’yla Osmanlı Devleti Midye-Enez hattının batısında kalan tüm Balkan topraklarını kaybetti. Bulgaristan’ın kazandığı topraklar karşısında diğer Balkan devletlerinin Bulgaristan’a saldırmasıyla savaşın ikinci evresi başladı. İttihatçılar bu fırsatı değerlendirdiler ve Enver Bey yönetiminde Edirne’ye girerek şehri geri almayı başardılar.

Babıâli baskınından sonra sadrazamlığa getirilen Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’te Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın bir destekçisi tarafından öldürülmesi İTC’ye muhalifleri tasfiye etme şansı verdi. 

Muhalefetin idam, hapis ve sürgünlerle sindirilmesinden sonra İttihat ve Terakki Cemiyesi iç siyaseti tümüyle tekeline aldı ve hükümetin kontrolünü sağladılar. 

Enver, Talat ve Cemal Triumvirası 

Talat Bey, 12 Haziran 1913’te kurulan Sait Halim Paşa kabinesinde bir kez daha Dâhiliye Nazırı oldu. 1917’de ise sadrazamlığa yükselerek Talat Paşa oldu. 1914 yılı başlarında rütbesi paşalığa kadar yükseltilen Enver Paşa, yeni kabinede Harbiye Nazırı oldu. İstanbul muhafızı Cemal Bey de terfi ettirilerek paşalığa yükseltildi. Ardından da sırasıyla Nafıa Nazırı ve Bahriye Nazırı oldu. Birinci Dünya Savaşı süresince tüm otoriteyi elinde tutan bu üç kişilik idareye Enver, Talat ve Cemal triumvirası denir. Enver Paşa orduya hakimken, Talat Paşa’nın İTC içindeki hakimiyeti büyüktü. Cemal Paşa’nın ise yönetimdeki etkinliği zamanla azaldı.

Enver, Talat ve Cemal Paşalar (Soldan Sağa)
1914
Babıâli Darbesi, 1908-1913 arasında süren görece çoğulcu ve demokratik dönemi sonlandırarak İTC’nin mutlak iktidarını başlattı. 1914 genel seçimleriyle bütün üyeleri İttihatçılardan oluşan Mebusan Meclisi, I. Dünya Savaşı süresince hükümetin gölgesinde bir onay organı haline geldi. Savaşın doğurduğu olağanüstü şartlar rejimin otoriter niteliğini güçlendirdi.

OSMANLICILIK
II. Meşrutiyet’in resmi ideolojisi Osmanlıcılıktı. Osmanlıcılık ideolojisi, Osmanlı idaresi altında yaşayan tüm dinsel ve etnik unsurları Osmanlı vatanı ve Osmanlı hanedanına sadakat temelinde birleştirme ülküsü güden bir ideolojiydi. İnanç ve dil farkı gözetmeksizin tüm unsurların anayasal, parlamenter bir monarşi içinde eşitliğini öngören Osmanlıcılık, İttihad-ı Ânasır (unsurların birliği) fikrini benimsiyordu. Osmanlıcılık ideolojisi, başlangıçta devlet otoritesini güçlendirecek ve toprak kayıplarını engelleyebilecek birleştirici bir ideoloji olarak görüldü.

Meşrutiyet’in ilanından sonra da devam eden ayrılıkçı milliyetçi hareketler ve toprak kayıpları, Osmanlıcılığın imparatorluğun sorunlarını çözecek bir ideoloji olduğu inancını zayıflattı. İTC’nin merkeziyetçi politikaları ve Makedonya’da ve Anadolu’nun doğusundaki vilayetlerde vaat ettiği reformları yapmadaki isteksizliği, yalnızca Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler gibi Hristiyan toplulukları değil, Arnavutlar gibi Müslüman toplulukları da hayal kırıklığına uğrattı. Osmanlıcılığa en önemli darbeyi Balkan Savaşları vurdu. Nüfusunun büyük çoğunluğunu Hristiyan toplulukların oluşturduğu Balkanların kaybıyla beraber Osmanlıcılık işlevini yitirdi.

BALKAN TOPRAKLARININ KAYBI
Balkan topraklarının kaybı, imparatorluğun coğrafi ve beşeri yapısını büyük ölçüde değiştirdi. 15. yüzyıldan beri Balkan topraklarıyla bir Avrupa devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, bu toprakların önemli bir kısmını 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile yitirmişti. Balkan Savaşları sonucunda ise Avrupa’da kalan topraklarının %83’nü kaybetti. Bundan böyle Osmanlı bir Avrupa ülkesi olmaktan çıkıp Anadolu merkezli bir devlet oldu. Hristiyan toplulukların kaybı ise imparatorluğun kozmopolit nüfus yapısını değiştirdi. Osmanlı toplumu daha fazla Müslümanlaştı. Bundan böyle Anadolu, imparatorluğun yeni iktisadi ve beşeri merkezi oldu. Anadolu’nun Müslüman Türk halkı en sadık unsur olarak önemsendi. Tüm bu gelişmeler Müslüman-Türk kimliğine dayalı Türkçülük ideolojisinin güçlenmesine yol açtı.

TÜRKÇÜLÜK
Türkçülüğün bu yıllarda sistematik bir fikir akımı olarak gelişmesini sağlayan düşünür, aynı zamanda İTC’nin ideologu olan Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in Türk milliyetçiliğine ilişkin fikirleri en olgun ifadesini “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” ve “Türkçülüğün Esasları” adlı iki eserinde bulur. Gökalp’in önerdiği Türk milliyetçiliği ortak kültürel değerler, ortak dil ve alışkanlıklara dayalı kültürel bir milliyetçiliktir. Ona göre Türkleşmek, Türk harsına (kültürüne) sahip çıkmak, milli şuur, milli vicdan ve biz kimliğini millet üzerinden tanımlamakla mümkündür. Gökalp, bir milleti birleştiren unsurlar içinde en çok dile önem verir. Gökalp’e göre İslamiyet, siyasal bir model olmaktan çok, toplumu birleştiren önemli bir kültürel unsurdur. Bu nedenle önemsenmelidir. Medeniyet kavramını tüm milletlerce paylaşılan akla dayalı bilgi, teknoloji ve değerler olarak tarif eden Gökalp, medeniyete milletler arası bir içerik verir. Bu üç değerler kümesi arasında bir sentez yapan Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmanın aynı anda izlenebilecek, birbirleri ile çatışmayan değerler olarak görür.

PANTÜRKİZM
Bu dönemin bir başka milliyetçi projesi de Pantürkizmdir. Yusuf Akçura, 1904’te yayımladığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde, Türk etnik kimliğini öne çıkaran, ırk ve kültür temeline dayalı Türk dünyası formülüyle Pantürkizmin ilk tutarlı ifadesini yazmıştır. Pantürkizm, I. Dünya Savaşı döneminde bir süre etkili olmuşsa da, somut bir politika olmaktan çok, romantik bir hareket olarak kalmıştır. Bu yıllarda Anadolu’nun Müslüman Türk halkını merkeze alan, Türk köylüsünü ve kültürünü milletin özü olarak tanımlayan bir milliyetçi akım daha gelişti. Rusya’da 19. yüzyılın sonlarında gelişen Narodnizm (Halka Doğru) hareketinden etkilenen bu akım, kentli aydınların geliştirdiği romantik popülist bir harekettir. Halkçılık doktrinini takip eder. Bu hareket özellikle Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra etkili oldu.


Yorum Gönder

0 Yorumlar