TÜRK SİYASAL HAYATI YAZI SERİSİ
12. YAZI
Bu bölüm Lord Kinross tarafından yazılarak "The Ottoman Centuries" orjinal adıyla yayınlanan ve Türkçe'ye "İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü" olarak çevrilen kitabın yedinci bölümünden alıntılanmıştır.
Abdülhamit mutsuz bir adam ve zalim bir sultandı. Yedi yaşında Çerkez olan annesini kaybettikten sonra onun için, “O hiç kimseyi sevmemiştir, herkesten az da kendisini,” denmişti. Küçük yaşlardan beri kendi içine kapanmış, yaşıtlarından ve etrafında bulunan diğer insanlardan kaçmış, atalarının kafesinde yaşamamış (amcası Abdülaziz’le birlikte genç yaşında Avrupa’yı ziyaret etmişti), bunun yerine kendi eseri olan manevi bir kafesin içinde gençliğini sürüklemişti.
12. YAZI
Abdülhamit mutsuz bir adam ve zalim bir sultandı. Yedi yaşında Çerkez olan annesini kaybettikten sonra onun için, “O hiç kimseyi sevmemiştir, herkesten az da kendisini,” denmişti. Küçük yaşlardan beri kendi içine kapanmış, yaşıtlarından ve etrafında bulunan diğer insanlardan kaçmış, atalarının kafesinde yaşamamış (amcası Abdülaziz’le birlikte genç yaşında Avrupa’yı ziyaret etmişti), bunun yerine kendi eseri olan manevi bir kafesin içinde gençliğini sürüklemişti.
Bu yaşam biçimi, tahta çıkınca Boğaziçi’nin yukarısındaki bir tepede yükselen Yıldız Sarayı parkının aşılamaz duvarlarının arkasında somut bir şekil aldı. Kendi içine dönen Abdülhamit, babasının eseri olan ve görkemiyle altındaki sulara hava atan Dolmabahçe Sarayı’na arkasını dönmüştü. Bunun yerine insanlardan uzak yaşamak için bir zamanlar bir sultanın gözdesi için inşa edilmiş, “Yıldızlı Köşk”ünü genişletmişti. Köşkün etrafındaki evleri yıktırmış ve bahçeleri için tebaalarının çevredeki arazilerini, bu arada iki Hristiyan mezarlığını da bir köşk ve şale, sekreterlik ve hükümet dairesi, kışlalar ve bekçi evlerini içeren kendi kendine yeterli, rastgele bir kompleks yaratmak üzere sahiplenmişti. Bu binalar yeni iktidar merkezi olacak olan imparatorluk sarayını oluşturacak, yeni sultan burada büyük bir yalnızlık ve yalıtılmışlık içinde tarihte eşi görülmemiş mutlak bir hükümdar olarak saltanat sürecekti.
Burası aynı zamanda bir korku merkeziydi. Abdülhamit’in öz güvenliği için duyduğu mantıksız korku ve insanlara karşı derin güvensizliği bütün etrafındakilerde de bir vehim ve kuruntu atmosferi yaratmıştı. Sultanın sinirli hali saltanatın ilk yıllarında İstanbul’da patlak veren liberal bir ayaklanmanın arkasından kronikleşti. Bu hareketi esinleyen Ali Suavi, sürgünden yeni dönen Yeni Osmanlıların lideriydi. Hedefi Abdülhamit’i tahtından indirmek ve yerine daha önce tahttan indirilmiş olan kardeşi ve selefi V. Murat'ı bir kez daha tahta çıkarmaktı.
Silahlı destekçilerinden kalabalık bir grupla Murat'ın hapis tutulduğu Boğaziçi'ndeki saraya girdi ve annesinin de desteğiyle kılıcını kuşanmasını ve onunla gelmesini istedi. Fakat korkan prens böylesi bir olasılıktan sakınarak tekrar hareme kaçtı. Gecikme, bir güvenlik ekibine yetişmek için vakit kazandırmıştı. Amirleri Ali Suavi’yi bir matrakla vurarak öldürdü. Suç ortaklarından birkaçı da öldürüldü ya da yaralandı, diğerleri de divan-ı harp tarafından sınır dışına sürüldüler. Murat’ın kendisi ise daha güvenli olur düşüncesiyle Yıldız Sarayı arazisindeki bir köşke kapatıldı.
Matrak hücum ve korunma teknikleri ile oyun araçlarıyla giysileri gösteren minyatür. |
Saray casuslarının sultana yaygın bir komplo olarak yorumladıkları Ali Suavi’nin başarısız darbesi sultanın ruhsal dengesini öylesine sarstı ki İngiltere Büyükelçisi Layard diplomatik bir konuda onunla görüşmek isteyince Abdülhamit, onu bir İngiliz savaş gemisine nakledip işini bitireceklerini ve Murat’ı tahta çıkarmak isteyeceklerini sandı. Sonradan anlattığına göre Henri Layard, sultanı muhafızlar
ordusu iki adım ötesindeyken yüzünde büyük bir korkuyla geniş salonunun bir köşesinde oturur bulmuştu. Abdülhamit’in kuşkularıyla korkuları bu olaydan sonra nörotik bir saplantıya, Yıldız da gerçek bir kaleye dönüştü. Sarayın kapılarını içeriden kilitledi, etrafına ikinci bir duvar ördürdü, bunun dibine ise sayıları binleri bulan Arnavut muhafızları için büyük bir kışla inşa ettirdi. Duvarların içinde hâkim yerlere gözlem noktaları dikildi. Buradaki güçlü teleskoplar herhangi bir yönden saraya gelebilecek bir tehdide karşı Boğaziçi’nden Haliç’e kadar bütün çevreyi tarıyordu. Abdülhamit çok geçmeden Yıldız’ın duvarlarının dışına çıkmaz oldu. Kapıların yanına bir de cami inşa edildi. Sultan her cuma saraydan uzaklaşıp şehirdeki camilere gitmektense buraya geliyordu. Solgun, sessiz ve melankolik Abdülhamit nazik tavırlarını yalanlayan “sinsi ve dikkatli” bakışıyla etrafı gözleyerek her yanda tehlike sezinliyor ve etrafındaki herkesten kuşkulanıyordu. Etrafını bir casuslar ordusuyla, gizli polislerle ve gayri resmi muhbirlerle çeviriyor, bu kişilerden her gün raporlar alıyordu. İstanbul nüfusunun yarısının diğer yarısı hakkında casusluk yaptığı bir zaman geldi.
Ali Suavi |
Abdülhamit bütün devlet işlerini kişisel kontrolü altında tutan bir hükümdardı. Sabahtan gece yarılarına kadar durup dinlenmeden çalışıyordu. Az yiyip az içen ve kronik hazımsızlık çeken bu adam, yalnız bir lokma bir şey yemek ve bir damla su içmek için çalışmasına ara veriyordu. Bu su ise bir falcının kolera ya da başka salgın hastalık bulaştırmayacağını açıkladığı bir tek kutsal kaynaktan alınıyordu. Sultan bütün haberleşmelerini kendisi yönetiyor, kontratların, imtiyazların, esnafın faturalarının ve dilekçelerin en küçük ayrıntılarıyla bile ilgileniyor, iş yapılacak kişileri bizzat kendisi kabul ediyordu.
Bütün nazırlarını ve memurlarını “riyakârlar ve asalaklar” olarak görerek aralarındaki anlaşmazlıkları kışkırtıp sömürüyor, birinin diğerine karşı bilinen düşmanlığını hesaba katarak atamasını yapıyor, ona ihanet için birleşmeleri olasılığına karşı herkesi birbirine düşürüyordu. Gücü kendi elleri arasında tekelleştirerek onlara doğrudan doğruya veya bir kâtipler kadrosu aracılığıyla emirlerini ve direktiflerini ulaştırıyordu. Bunlar çoğu kez sadrazama verilenlerle çeliştiğinden sadrazamın geleneksel statüsünü sarsıyordu. Çünkü sadrazam artık sultanın yetkilerini havale ettiği kişi olarak geçmişteki gibi sultanla nazırlarının arasında yer almıyordu.
Yönetme işini Tanrı’nın ona verdiği hak olduğunu sanan mutlak bir despotun yönetim modeli bu idi. Gerçekte ise onunki bir polis devletiydi. Yıldız Sarayı’nda merkezileşmiş bir bürokrasi, üstüne üstlük atalarının elindeki güçlerden kat kat etkin yeni bir istibdat aracıyla daha fazla kuvvet kazanmıştı. Bu istibdat aracı telgraftı. Kırım Savaşı sırasında Müttefikler tarafından ülkeye sokulmuş, daha sonra bir Fransız imtiyazı tarafından imparatorluk içinde geliştirilmiş, arkasından da Abdülhamit tarafından yeni oluşturulan bir Posta-Telgraf Nezareti aracılığıyla kullanılmış, okullarda telgraf memurları yetiştirmek için kurslar düzenlenmişti. Bir telgraf tel ve kablo ağı çok geçmeden imparatorluğunun dört bir yanına yayılarak hemen hemen otuz beş bin kilometre kat etmiş, başkenti bütün taşra merkezlerine bağlayarak Abdülhamit’in daha önceki sultanların hiçbirinin yapamadığı biçimde bürokrasisini doğrudan denetlemesine fırsat vermişti. Bir vali artık kendi takdir ve sorumluluğuna tabi olarak yönetme yetkisine sahip değildi. Çünkü sultan artık telgraf kanalıyla ona, “Emirler yağdırabilir, ne yaptığını öğrenebilir, onu kınayabilir, onu görevinden alabilir, emri altındakilerin hakkında rapor vermelerini sağlayabilir, onu gerçek otoritesinden yoksun edebilirdi.” Herhangi bir politik muhalefet veya anayasal sınırlamayla engellenmeyen katışıksız otokrat Abdülhamit liberal hükümetlerin her türlüsünden nefret ediyordu. Liberal hükümetleri olan Batılı devlet başkanları (onun görüşüyle) tebaaları tarafından yönetilmelerine boyun eğiyorlardı.
Bununla birlikte, politika bir yana, o bağnaz bir gerici değildi. Tanzimat dönemindeki atalarının yaptığı gibi modernleşme yolunda Batı’dan çok şey aldı. Hem de yalnız kendi özel amaçları için ve teknoloji alanında değil, aynı zamanda hukuk ve özellikle eğitim reformlarında da. Bu konuda otokratik yöntemleri sayesinde önceki reformcuların planladıkları, fakat ancak kısmen başarabildikleri pek çok şeyi yapabildi ve gerçekleştirebildi. Bu zamanda imparatorluğun her şeyden önce hâlâ gereksindiği şey, devlet işlerini, yasalarını ve maliyesini sultanın iradesiyle uyumlu şekilde yönetebilecek kadar genişletilmiş, böylece düzenli ve sürekli bir gelişim sağlayabilecek bir kamu görevlileri servisiydi.
Batı’ya -aynı zamanda kendi Hristiyan nüfusuna- ayak uydurabilmek için. Sultanın gözünde zorunlu olan, eğitimde reform ve gelişmeydi. Etrafında gözden düşenlerin veya sürgünde olanların yerini dolduracak ve gelecekte emirlerini yerine getirmede ve devlete hizmet etmede güvenebileceklerinin sayısını çoğaltacak güvenilir ve eğitimli bir memur sınıfına ihtiyacı vardı. Bu amaçla imparatorluğun ilk yüksek devlet hizmeti merkezi olan Mülkiye’ye tekrar düzen verdi, öyle ki bu eğitim müessesesinin babasının zamanındakinden on iki kat daha fazla öğrencisi vardı.
Askerlik alanında Harbiye savaş okulu, denizle kara mühendisliği ve sivil ve askeri tıbbiyeyle birlikte genişletildi. Abdülhamit eğitim sisteminin kapsamını on sekiz yeni ve daha yüksek düzeyli meslek okuluyla genişletti. Bu okullar maliye, güzel sanatlar, inşaat mühendisliği, polis ve gümrükçülük gibi konulardaydı. Sultan daha sonra İstanbul Üniversitesi’ni de kurdu; yarım yüzyıl önce Tanzimat döneminde görüşülen, fakat girişim aşamasına giremeyen bir projenin somutlaşmasıydı bu. Bu yeni üniversitelere öğrenciler ve personel bulmak için ilk ve ortaöğretim okulları ve öğretmen okulları çoğaltıldı. Başkentte Fransız-Türk Lisesi Galatasaray’ın genişletilmesi ve Türkleştirilmesi ortaöğretimin zirvesini oluşturdu. Adı şimdi imparatorluk Osmanlı Lisesi olan okul Türkiye’nin üst yönetici sınıfının çocuklarının okuduğu bir lise oldu; öğretmenleri de en önemli Türk bilgin ve edebiyatçıları arasından seçiliyordu.
Tanzimat’ın geciken eğitim idealleri böylece Abdülhamit’in kararlı çabaları sayesinde gerçekleşmiş bulunuyordu. Eğitimli yeni bir sınıfın, Abdülhamit rejiminin geniş memur kadrosunu doldurmak için mesleki eğitim görmüş seçkin elemanların ve bundan sonra gelecek Abdülhamit karşıtı rejimin giderek genişleyen çekirdeği buradaydı.
Abdülhamit hukuk reformu alanında önceleri daha az başarılı oldu. Osmanlı’nın laik hukukunda yabancı komisyonlar tarafından kabul görmesini sağlayacak değişiklikler oluşturulmaya başlandı; böylece bu komisyonların Kapitülasyonlar kapsamında elde ettikleri hukuksal ayrıcalıklar sınırlandırıldı. Fakat yabancı heyetler karma mahkemede usulle ilgili yeni yasaları ve kararların uygulanmasını kabul etmeye yaklaşmadılar. Sonuçta ülkeleri dışındaki ayrıcalıkları aynen kaldı. İletişim alanında Türkiye’nin modernleşmesine diğer bir katkı basılı sözün gazeteler, dergiler ve kitaplar aracılığıyla yayılmasıydı. Bunlar o kadar sıkı bir sansürden geçiyordu ki (bir yabancı gözlemcinin sözleriyle) “bu iğdiş edilmiş (hadım edilmiş) gazeteler” siyasal önemi olan hiçbir şeyi yansıtmıyordu. Yine de yaygın bir sirkülasyonları vardı. Okuyan yeni bir okur kitlesi edebiyat, fen ve başka bilim dalları gibi politikayla ilgili olmayan konularda ufkunu genişletebilecekti.
Osmanlı İmparatorluğu maliye alanında her zamankinden de fazla Avrupa'nın avucundaydı. İlgili devletler Berlin Kongresi’nde Osmanlı borcunun ödenmesindeki aksama sorununu ilk kez ele almışlardı. Resmi bir protokolle İstanbul’da bir uluslararası mali komisyonun kurulmasını sağladılar. Bu komisyon Babıâli’nin mali durumuyla uyumlu olarak senet sahiplerinin istemlerini yerine getirebilmek için çareler arayacaktı. Avrupa’da Osmanlı topraklarının kaybı yetmezmiş gibi, imparatorluk şimdi de kendi yurdundaki egemenliğinin Avrupa tarafından sınırlanması gibi onur kırıcı bir durumla karşı karşıyaydı. Bu, Türkiye’nin gururuna Abdülhamit’in önceleri katlanmakta zorlandığı bir darbeydi. Fakat sonra, hazinesi acil olarak nakit ihtiyacı içinde kalınca, sultan, Avrupalı alacaklıları yumuşatma gereğini duydu ve böyle yapmakla yurt dışında Türkiye’nin prestijini biraz olsun onarabildi.
1881’de Muharrem Kararnamesi’ni çıkarttı, bu ise Avrupalı senet sahipleriyle anlaşmalı olarak Düyun-u Umumiyei Osmaniye Meclis-i İdaresi’ni kurdu. Osmanlı ve yabancı temsilcilerden oluşan bu meclis, dış borçların yeniden ödenmeye başlamasını sağlayacaktı. Kararname sultan tarafından kurnazca kaleme alınmıştı, öyle ki Avrupalıların Türkiye’ye karşı yine bir dereceye kadar iyi niyet beslemelerini sağlarken sultanın egemenlik gücünü zayıflatıyor görünmeyecekti. Bu meclis, daha önce Berlin’de tasarlandığı gibi yabancı hükümet temsilcilerinden oluşan resmi bir uluslararası komisyon değildi. Bunun yerine, Babıâli’yle alacaklıları arasında sultanın da onayladığı iki yanlı bir anlaşmanın ürünüydü; karakteri itibariyle yarı resmi olmakla beraber, taraflarca diplomatik müdahale olmaksızın özgürce kabul edilmiş bulunuyordu.
Şartları Osmanlı hazinesini borç miktarının yarıya düşürülmesi suretiyle kayırıyordu. Yüz milyon sterlini biraz aşan bakiyenin faiz oranı yüzde dördü aşmıyor, çoğunlukla ise yüzde bir kadar düşük oluyordu. Hazine karşılığında Düyun-u Umumiye idaresine, faizler ve senetlerin geri alınması için hükümetin yıllık gelirlerinin büyük bir kısmını bırakıyordu. Tuz ve tütün tekelleri, Bulgaristan’la Doğu Rumeli’nin ödediği vergi, Kıbrıs Hükümeti’nin gelir fazlası ve bir miktar vasıtalı vergi ve aşar vergisi de buna dahildi. Ama faizlerle senetlerin geri alınması için yapılan ödemelerden sonra bu yıllık gelirlerden kalan miktar Osmanlı hazinesine geri ödenecekti. Babıâli üzerinde ağır bir yük oluşturmasına rağmen Düyun-u Umumiye İdaresi, bu tür müesseselere geleneksel saygıları nedeniyle Türklerin düzenli ve rasyonel bir düşünceyle bağlı kalacakları bir müessese oldu. Osmanlı Hükümeti’nin, Abdülhamit’in Muharrem Kararnamesi’nin yükümlülüklerinden kendini kurtarma girişimine kadar çalkantılı kırk yıl geçecekti.
Osmanlı’nın borç ödeme anlaşması, ülkenin ekonomik gelişmesinin Düyun-u Umumiye İdaresi kanalıyla Avrupalı yatırımcılar tarafından finanse edilmesi anlamına geliyordu. Bunun sonucunda Türkiye’de refah düzeyi yükseldi, ancak daha çok yabancıların yararına. Neyse ki işlerin çoğalması ve devlet hizmetlerinin kapsamının genişlemesiyle Müslüman Türkler de bundan yarar gördüler. İhmal edilmiş tarım ve endüstri olanakları ayrıcalıklı yabancılar tarafından kullanıldı. Kamu borcu Bursa’nın ipek endüstrisini canlandırdı. Fransız sermayesi Karadeniz kıyısındaki Zonguldak’ın kömür madenlerini işletti. Tütün tarımı bir Fransız-Avusturya şirketinin tekeline girdi ve Makedonya’dan Doğu Akdeniz kıyılarına ve Kuzey Doğu Anadolu’ya kadarki bölgelerde on binlerce Müslüman Türk işçiye iş sağladı. Düyun-u Umumiye İdaresi’nin sağladığı hamle sayesinde imparatorluk, yapımına Abdülaziz tarafından başlatılan ve giderek hızlanan demiryolu inşaatıyla dışarıya açıldı. Abdülhamit’in zamanında imparatorluğun başlıca kentleri, çok zaman fazla yolun bile olmadığı yerlerde binlerce millik raylarla birbirlerine bağlandı, bunun ise endüstrilerine ve çevrelerindeki tarım bölgelerine yararı oldu. Türkiye 1888’de Viyana’dan ilk trenin (Orient Ekspres’in öncüsü) trompet sesleri arasında İstanbul’a gelişiyle ilk kez Batı Avrupa’ya bağlandı.
Doğu ile Batı arasındaki duvarların bu dramatik yıkılışının Sultan Abdülhamit’in fazla hoşuna gittiği söylenemez. İmparatorluğunun dış politikasında -özel yaşamında olduğu gibi- giderek tecrit yanlısı davranan hükümdar, Rusya’yla son savaşında onu yalnız bırakan ve amaçları ona kronik güvensizlik esinleyen Batı devletlerine giderek arkasını dönüyordu. Kanısınca ona ihanet eden, savaşta ona destek vermeyi reddeden, devletini iflas ettiren, kendi ekonomik egemenliğini neredeyse sıfırlayan, konsolosları ise eyaletlerde istenmeyen reformların yapılmasındaki ısrarlarıyla imparatorluğunun içişlerine karışan İngiltere’ye özellikle kırgındı. Bu arada 1880’de yine iktidara gelen, “Bay Gladstone’dan nefret ediyor,” Gladstone da zaten sultanla hükümetini, “Dipsiz bir sahtekârlık ve yalan dolan kuyusu,” olarak görüyordu.
1885’de İngiltere’de muhafazakâr Tory’ler tekrar iktidara gelince İngiltere Büyükelçisi Sir William White Lord Salisbury’ye Londra, Paris ve Viyana hükümetlerinin Babıâli üzerinde hiç etkilerinin kalmadığından bahsetti: “Eskiden onlara çok fazla danışılırdı, şimdi ise önerileri dinlenmiyor, hatta ters veya küçümsenerek karşılanıyor. Notalarına ve başvurularına kaçamak yanıtlar veriliyor ya da hiç yanıt verilmiyor.” Çünkü Abdülhamit geleneksel müttefiklerine sırt çevirerek yağcı taktikleriyle Babıâli’nin gönlünü alan geleneksel düşmanı Rusya’ya yanaşmıştı. Daha önemlisi, sultan yeni bir
destek arayışıyla hâlâ Bismarck’ın egemenliğinde olup şimdi Rusya’nın aktif bir müttefiği olan ve Avusturya’yla birlikte “Üç İmparatorlar” adı altında Üçlü İttifak kuran giderek güçlenmiş bir Almanya’ya yanaşmıştı. Alman subaylarının Osmanlı Ordusu’nu eğitip geliştirmeleri için Türkiye’ye yollanması, Alman etkisinin çok geçmeden somut kanıtı oldu. Abdülhamit Berlin’in sonrasında antlaşmanın şartlarının uygulanmasında artçı bir erteleme taktiğine girişmişti. İlk yenilgisini, antlaşmanın Adriyatik üzerinde Antivari’de bir limana sahip bağımsız bir devlet olarak tanıdığı Karadağ’da yaşadı. Antivari’nin bir Rus Donanma üssüne dönüşmesi korkusuyla liman, Karadağ veya yabancı savaş gemileri tarafından kullanılmaması koşuluyla Karadağ’a bırakılmıştı. Abdülhamit şimdi limanı teslim etmeyi üzerine basa basa reddediyordu. Bu red Avrupa devletlerinin limanın önlerinde gemileriyle bir gösteriye girişmelerine yol açtı, ama Abdülhamit bunu da önemsemedi. İngiltere sonunda Gladstone’un Büyükelçisi Vikont Goschen kanalıyla sultanın boyun eğmemesi halinde İngiliz gemilerinin -sonradan İzmir olduğu anlaşılan- başka bir Türk limanını işgal edecekleri tehdidini savurdu. Abdülhamit yine reddetti ve o akşam geçirdiği bir öfke krizi sırasında Londra’nın yok edilmesine sevineceğini ilan etti. Fakat İngiliz Donanması yola çıkmaya hazırlanırken bir teknenin son dakikada kıyıdan hareket ettiği ve içindeki görevlinin telaşla bir kâğıdı sallayıp durduğu görüldü. Sultan yumuşamıştı.
OTTO VON BISMARCK |
Yıldız Sarayı yönünden başka ertelemeler, Yunanlılar savaşa katılmaktan kaçındığı için kongre tarafından ertelenen Yunanistan sınırlarının saptanması işlemini de etkiledi. Abdülhamit’in devletler arasındaki uyumsuzluğu kullanmak taktiği burada daha etkili oldu. Tesalya’nın tamamıyla Epir’i Yunanistan’a bırakması önerisini geri çevirdi. Yunan Ordusu seferber durumda beklerken uzayan pazarlıklar sonucunda bütün Tesalya’yı ve Epir’in Müslümanların yaşadığı bölümlerin dışındaki üçte birini Yunanlılara bıraktı. Ama Yunanistan tüm umutlarına karşın Girit’i yine elde edemedi.
Sultan en yakın Avrupalı komşusu Bulgaristan’ın karşısında daha az iddialı davrandı. Berlin Antlaşması’nın arkasından burada hem antlaşmanın koşulları uyarınca hem de imparatorluğunun yararına müdahale etme fırsatlarının doğduğu bir durum olmuştu. Fakat sultan her zamanki pasif ve inatçı tutumuyla bir şey yapmamayı yeğlemişti. Balkan sıradağlarının ötesindeki özerk Kuzey Bulgaristan’da önceleri “Kurtarıcı Rusya”nın etkisi ağır basacak gibi görünmüştü. Ülkenin prensi Aleksander von Battenberg sonradan dağıttığı bir meclis tarafından seçilmişti. Battenberg önceleri Rusların desteğine sahipti. Ancak Ruslar arka plandaki güç gibi davranırken bir yandan da prensle halkı çar adına birbirine düşürme taktiklerini uyguluyorlardı. Fakat Aleksander von Battenberg Almanların Ruslara karşı besledikleri küçümsemeyi paylaşıyor, egemen durumlarına içerliyor ve, “Rusya’nın bütün beş para etmez takımı buraya akın ederek memleketi pisletiyor,” diye yakınıyordu. Bulgarlar da zaten bu yabancı patronların kaba ve otoriter tavırlarına; sözüm ona liberal bir hükümetin işlerine amirane müdahalelerine katlanamıyorlardı. Yoksa bir tür tutsaklıktan kurtulup bir başkasına mı boyun eğmişler, Rusların onlara aşağı tabakadan Asyalılar gibi davranması için mi reaya olarak Türklerin egemenliğinde yaşamaya son vermişlerdi? Çok geçmeden “kurtarıcı Aleksander Battenberg”i tercih etmeye ve portresini evlerinin başköşesinde bulundurmaya başladılar. Ülkede milliyetçi “Bulgaristan Bulgarlara” çağrısı yankılanmaya başlamıştı.
Bu girişim iki Bulgar Devleti, Kuzey ile Güney arasında Berlin’de saptandığı üzere bir birleşme hareketine yönlendi. Balkan dağlarının güneyinde daha zengin Doğu Rumeli toprakları, henüz sultanın korumasındaki özerk Bulgar Devleti yer alıyordu. Rus birlikleri ancak anayasası devreye girinceye kadar burada kalmışlardı. Abdülhamit daha sonra buraya Hıristiyan vali olarak Türklerin “Öğretmen Başkan” olarak bildikleri Gavril Paşa’yı atamıştı. Gavril Philippopolis’e (Filibe) gelir gelmez Bulgarlara Türk fesinin yerine Bulgar kalpağını giydirdi. Milliyetçi halk, sırf aksi halde sultan antlaşmanın ona verdiği yetkiyle Rumeli’ye asker yollar ve güvendikleri Bulgar Ordusu’nu yener korkusuyla Gavril’e katlanıyordu.
Bununla birlikte birleşmenin gerçekleşmesine sabırsızlanıyorlardı. Babıâli’nin, Rumeli yasalarını veto etme hakkında ısrar etmesi olayların akışını hızlandırdı. Sultan bu arada Bulgar bayrağının sergilenmesini engelleyen kışkırtıcı bir yasak çıkardı. Halk meydan okurcasına bayraklarını başkent Filibe’de dalgalandırmakta devam etti; Bulgar birlikleri de karşılarında bir direniş görmeyince milliyetçi “Yaşasın birleşme” çağrıları arasında “kansız bir ayaklanma” düzenlediler. Birkaç gün sonra Kral Aleksander asilerin lideri Stambulov’un ısrarı üzerine Filibe’ye yürüyerek Doğu Rumeli’nin hükümdarı olarak alkışlandı. Meclisleri de bu birleşmeyi onayladı. Diğer yandan Türk vali Gavril yanında kınından çıkmış kılıcıyla alayla sokaklardan geçirildi ve tekrar fesini giymek üzere sınırın ötesindeki Türkiye’ye geri gönderildi.
Bu davranış Osmanlı İmparatorluğu’na, Berlin Antlaşması’na da açıkça ters düşen bir hakaretti. Birleşmeye karşı olduğunu açıkça belirten sultanın, antlaşmanın kendisine verdiği haklarda ısrar ederek Türk kuvvetlerini yollamasından endişe duyan Bulgarlar, kendilerini savunmaya hazırlandılar. Ama hiçbir kuvvet gelmedi. Abdülhamit disiplinsiz askerlerinin Avrupa devletlerini öfkelendiren katliamlarını tekrar etmelerinden endişe duyduğunu duyurdu. Bunun yerine emrivakiyi kabul ederek Prens Aleksander’ı beş yıllık bir süre için Doğu Rumeli valiliğine atadı. İki devletin meclisleri de bundan böyle Sofya’da tek kitle halinde toplandılar.
Bulgaristan’ın büyüyerek bu kadar geniş arazilere sahip olması, komşusu Sırbistan’ın kıskançlığını körüklemişti. Bu ülkenin hükümdarı Prens Milan arazi tazminatı istedi, sonra batıdan Bulgaristan üzerine saldırıya geçti. Aleksander’ın ülkedeki başarısı karşısında öfkelenen Ruslar, Bulgaristan Ordusu’ndaki bütün eğitimci subaylarını geri çektiklerinden Bulgarlar zor durumda kalmışlardı. Bununla birlikte milliyetçilik heyecanıyla ve esin kaynakları Prens Aleksander’ın kumandasında daha deneyimli Sırp birliklerine karşı inatla karşı koydular. Üç gün sonra Sofya yolu üzerindeki Slivnitsa’daki bir geçitte düşmanı Sırp sınırının ötesine sürdükleri gibi, Belgrad üzerine yürümek durumundaydılar. Sırbistan’ın koruyucusu Avusturya burada barış için müdahale etti ve savaştan önceki duruma dönüldü. Böylece Sırplar karşısında bir Avusturya-Macaristan mandasıyla sonuçlanabilecek bir yenilgiden kurtulan Bulgarların, ulus olarak düşman ateşiyle ilk tanışmaları bu şekilde oldu.
Abdülhamit egemen devlet olarak ülkeye girme hakkını ikinci kez kullanamamıştı. Oturduğu yerde protesto etmek ve savunma önlemleri almakla yetindi. Bu pasifliği şimdi İngiltere dahil, Batı devletlerinin işine geliyordu. Lord Salisbury, Balkanlar’da Rusya’ya karşı birleşmiş, milliyetçi bir Bulgaristan’ı, ordusu zayıf düştüğünden büyükelçisinin görüşüyle bir savaşa girmeye isteksiz görünen Türkler tarafından korumasız bırakılmış bir sınırdan daha etkin bir engel olarak görüyordu.
Prens Aleksander’ın cüretkârane hükümet darbesi çarı öfkeden deli etmişti. Misilleme olarak Sofya’daki askeri ataşesi tarafından desteklenen subayları Aleksander’a karşı bir komplo düzenlediler. Prensi kaçırdılar, ona bir istifa belgesi imzalattılar ve Rus sınırının ötesine naklettiler. Fakat patlak veren karışıklıklar arasında Bulgar halkını galeyana getiren asi Stambulov, Aleksander’ın dönüşünü ve ona karşı komplo düzenleyenlerin tutuklanmasını sağladı. Bununla birlikte Aleksander yılmıştı. Belirsiz konumunun getirisinden sıkılarak kaldığı takdirde katledilmekten, hatta Rusların ülkeyi işgal etmelerinden korkarak istifasını doğruladı ve çara Bulgar kamuoyunu şaşırtan bir mesaj yolladı: “Tacımı bana Rusya vermişti, şimdi ise onu ülkenin hükümdarına iade etmeye hazırım.” Bundan sonra yerine geçmek üzere bir naipler üçlüsü tayin etti ve bir daha dönmemek üzere ülkeyi terk etti.
Bulgaristan’ın başında şimdi Stambulov’un önderliğinde üç naip bulunuyordu. Meclis tarafından yeni bir prens seçilene kadar ülkede bir hükümdarsızlık dönemi başladı. Ruslar Varna’ya bir filo yolladılar, ülkeyi yine etkileri altına almak ve seçimleri önlemek için entrikalara giriştiler. Abdülhamit Rus girişimine rağmen müdahale etmemekte direndi. Bu arada Kaulbars adında küstah bir Rus generali Bulgarlara akıl hocası olarak Sofya’ya yollandı. Yaptığı öneri, tutuklu komplocuların serbest bırakılması ve seçimlerin ertelenmesi yolundaydı. Fakat memlekette dolaşıp atıp tutarken dikkafalı Bulgar köylülerinin sempatisini kaybetmekte ve kavgacı milliyetçilik ruhlarını coşturmakta gecikmedi. Seçimler vakit kaybetmeden yapılınca da Rus generali hükümetinin bunları yasal olarak kabul etmediğini duyurdu. Çar Bulgaristan’la diplomatik ilişkilerini keserek generalle bütün Rus konsoloslarını geri çekti. Rusya böylece Balkanlar’da milliyetçilerin elinde çok anlamlı bir yenilgiye uğramış oluyordu.
Naiplik bu arada Bulgaristan’ı dışarıdan yardım almadan pekâlâ yönetebileceğini göstermiş, Avrupa devletleri de bunun kısa zamanda bilincine varmışlardı. Bu da ülkenin diktatörü olmakta gecikmeyen Stambulov’un sayesindeydi. Bulgaristan ve Bulgarlar için birliğin bu destekleyicisi, kendi ulusunu iyi tanıyan ve kendisini onların davasına adayan gerçekleri iyi kavramış bir adamdı. Bir ulus olmanın eşiğinde bulunmakla beraber politika alanında deneyimsiz olan Bulgarların şu anda güvenecekleri ve izleyecekleri bir lidere ihtiyaçları vardı. Stambulov sınırları içindeki Rus düşmana baskın çıkmakla onlara bir ulus olarak yepyeni bir gurur ve güçlü bir Bulgar vatanseverliği aşılamıştı.
Yeni ulus için geriye yeni bir önder prens seçmek kalmıştı. 1887’de meclis oybirliğiyle Prens Ferdinand von Coburg’u seçti. Rusya her ne kadar bu seçimi geçerli saymadıysa da, prens, Berlin Antlaşması’na göre diğer Avrupa devletlerinin onayıyla tahta çıktı. 1887’de tekrarlanan seçimler Ferdinand’ın prenslik konumunu sağlamlaştırdı. Halk ülke içinde geziye çıkan prensi vakur bir nezaketle, kahraman Stambulov’u ise coşkuyla karşıladı. Prensin hükümdarlığı Rusya ve Türkiye tarafından kabul görmemekle beraber, Lord Salisbury tarafından onaylandı. Coburglar ne de olsa Kraliçe Victoria’nın akrabasıydılar. Yedi yıl daha Rusya’ya meydan okumaya devam eden ülkenin başbakanı Stambulov “Bulgar Bismarck’ı” olarak İngiltere’nin hayranlığını kazanacaktı.
Abdülhamit son çare olarak Bulgaristan’a sinsice bir darbe indirmekten kendini alamayarak bütün Bulgar ürünlerinin ithalatını vergilendirdi. Fakat gerektiğinde imparatorluğunun kalan kısmı için savaşmamakla savaşçı bir hükümdar olmadığını göstermişti. Barış Antlaşması’ndan sonra yeni bir savaşın risklerinden ve ters etkilerinden ürkerek Bulgaristan’daki son toprakların üzerindeki haklarından vazgeçmeye razı olmuştu. Oysa fatih Osmanlı ataları, Doğu Rumeli’yi, Avrupa’daki büyük bir imparatorluğa doğru bir atlama taşı olarak görmüşlerdi. Gelgelelim Abdülhamit burayı imparatorluğun savunmasındaki son siper olarak ele almaktan bile kaçınmıştı. “Hasta Adam” bir kadercilik ruhuyla Avrupa’ya arkasını dönmüştü.
Sultan böylesi bir kasıtla değilse de, aynı pasif ve kaçamak diplomasi yöntemiyle Afrika anakarasına da arkasını dönüyordu. Afrika’da Fransa’nın mandasına girecek olan Tunus’u, daha önemlisi de, “sultanın tacının en parlak elması” Mısır’ı kaybedecekti. Mısır’ı yöneten ve sözde hâlâ sultanın egemenliğinde olan Hidiv İsmail Paşa’nın Mehmet Ali Paşa’yla başlayan hanedanı son yarım yüzyıldır memleketin başındaydı. İsmail de son Osmanlı sultanları gibi savurganlığı ve lüksüyle yüz milyon sterline yakın bir borca girmişti. 1876’da, yani Türkiye Hükümeti’nin borçlarını ödeyemediği yıl İsmail Paşa da iflas durumundaydı. Uluslararası bir komisyon tarafından hazırlanan plan uyarınca maliyesinin yönetimini bir İngiliz ve bir de Fransız kontrolörünün ikili denetimine teslim etmek zorunda kalmıştı. Bu kişilerin ısrarı karşısında yeni bir kabine kuruldu. Bunun maliye nazırı İngiliz, bayındırlık nazırı ise Fransızdı. İsmail Paşa da 1879’da sadece Mısırlılardan ibaret olan bir kabine kurma sevdasıyla iki nazırın görevine son verince, İngiliz ve Fransız hükümetleri de “istifa edip memleketten ayrılmasını” önerdiler. Diğer Avrupa devletleri bu konuda onları destekliyorlardı.
İsmail Paşa belli bazı koşullarla istifa etmeyi reddettiği takdirde, iki hükümet sultana başvurmak zorunda kalacaklardı. Vakit kazanmak isteyen İsmail Paşa pahalı rüşvetler götüren bir aracı vasıtasıyla meseleyi sultana, iki yabancı devletin hükümranlık haklarını önemsememe girişimleri olarak iletti. Avrupalının kafasını her zamanki gibi yanlış tanıması nedeniyle Abdülhamit Avrupa devletlerinin bu istifayı onun onayını almadan da gerçekleştirebileceklerini düşünememişti. Yurtiçinde ve dışında gücüyle prestijini tehdit eden bu durum karşısında paniğe kapılarak nazırlarını bir araya topladı, onlar da bu girişimin mümkünse önlenmesi gerektiği hususunda anlaştılar. Her zamanki gibi zaman kazanmaktan yana olan Abdülhamit erteleme için pazarlığa oturulmasını önerdi.
Ancak nazırların arasında yalnız bir tanesi, Berlin’de sultanın Hariciye Nazırı olarak bulunmuş Kara Todori Paşa adındaki bir Hıristiyan Rum bu önemli durumda herhangi bir erteleme girişiminin ölümcül olarak devletleri sultanın rızasını almadan harekete geçmeye sevk edebileceğini ileri sürdü. Cüretkârane bir karar vermenin zamanıydı, sultan da sonunda bir ferman çıkararak İsmail Paşa’nın görevden alınıp yerine oğlu Tevfik’in geçirildiğini duyurdu. Böylece son dakikada Avrupa devletlerinin müdahalesini önleyerek hükümdar olarak prestijini korudu.
İki yıl sonra yine prestijini tehdit eden yeni bir kriz ortaya çıktı. Orduda yerli Mısırlı subayların, içinde bulundukları koşullardan duydukları hoşnutsuzluk Hidiv Tevfik’e karşı milliyetçi bir hükümet darbesine yol açtı. Bu hareketin başında Ahmet Arabi adında fellah kökenli bir albay vardı. Hükümet darbesi başbakanının görevden alınmasına yol açarak Hidiv’in otoritesini sarstı. Ayaklanmanın sonrasında Gladstone’la müdahale yanlısı olmayan nazırları, Mısır’a herhangi bir askeri müdahalenin ülkenin hükümdarı sultanın sorumluluğu olduğunda ısrarla ilk önce bir diplomatik girişimden daha fazlasını yapmak istemediler. 1882 başlarında Gladstone’un gönülsüzlüğüne rağmen ve çıkarları sultanınkilere ters düşen Fransızların baskısına bir cevap olarak İngiliz ve Fransız hükümetleri Hidiv’e desteklerini ve mevcut finansal denetim sisteminin devamını teyit ettiler.
Bu Mısır’da yeni bir patlamaya yol açtı. “Mısır Mısırlıların” çağrısıyla Arabi, Hidiv’i kendisi harbiye nazırı olmak üzere güçlü bir milliyetçi hükümet kurmaya zorladı. İngiltere’yle Fransa bunun üzerine düzeni korumak ve Hidiv’in yeniden otorite kurması umuduyla İskenderiye’ye savaş gemileri gönderdiler. Fakat bunda başarılı olamadılar, askeri parti de iktidarda kalarak yeni karışıklıklara yol açtı. Arabi’nin ülkeden bütün Hıristiyanların atılmasını amaçladığı sanılmaktadır. Ordunun subayları Hidiv’in tahtından indirilmesi için baskıya başladılar. Yabancı savaş gemilerinin varlığı Mısırlı güruhların yabancı düşmanlığını körükledi. Avrupalılar, birçoklarının ülkenin içindeki karışıklıklardan kaçarak sığındığı İskenderiye’de taciz edildiler ve üzerlerine tükürüldü. Bir şeyh sokaklarda, “Ey Müslümanlar, gelin ve Hıristiyanları öldürmeme yardım edin!” diye bağırdı. Sonunda kan da döküldü ve elli Avrupalı gaddarca katledildi.
Arabi’nin ezilmesinin zamanı gelmişti. Milliyetçilerle gizli bir antlaşma yapmayı planladığından şüphelenilen Fransa, işbirliği yapmayı reddettiğinden bu iş tek başına İngiltere’ye düşüyordu. İngiltere kabinesindeki güçlü üyeler şiddetle müdahale edilmesi için baskı yaptıklarından Gladstone da politikasını çaresiz tersine döndürdü.
İngiliz Amirali Seymour, Arabi’nin, İskenderiye’de iki donanmayı hedef alan kale inşaatına son vermesini istedi. İsteminin geri çevrilmesi üzerine amiral aldığı direktifleri de aşarak şehri bombardımana tuttu. Fransızlar bombardımana katılmayı reddetmişlerdi, aradan çok geçmeden de filolarını geri çektiler. Bu durum, başlıca Hıristiyan devletleri arasındaki uyumsuzluklar sayesinde imparatorluğunun sonsuza dek yaşayacağını sanan Abdülhamit’i sevindirdi. Bu arada Arabi de Hidiv tarafından asi olarak nitelendi ve kendisine karşı cihat ilan edildi.
Bundan önce İngiliz ve Fransız hükümetleri, sultanın da işbirliğiyle Mısır krizine bir çözüm aramak için İstanbul’da Avrupa devletlerinin de katılacakları bir konferans düzenlemişlerdi. Sultan konferansa katılmayı reddettiği gibi, yine kaçamak yoluna saptı. Mısır’a çelişkili direktiflerle yolladığı iki ayrı temsilci hiç kuşkusuz bir şey başaramadı. Sultanın temsilcisi olmadan devam eden konferansta Mısır’da düzeni korumak için silahlı bir müdahale tartışıldı ve sultandan bu amaçla birlikler yollaması istendi. Abdülhamit üç hafta süren oyalanmadan sonra bir temsilci atamaya sonunda razı olduğunda, İskenderiye bombardımanını önlemek için çok geç kalınmıştı. Oysa sultan, İngiltere’nin, onun onayını almadan böyle bir girişime kalkışmayacağına inanıyordu.
Şimdi Fransız desteği olmadan -yani İngiliz-Fransız ikili kontrolü zararına- Gladstone’un sözleriyle “Mısır Devleti’ni anarşi ve çıkar çatışmasından barış ve düzen ortamına dönüştürmek” yalnız İngiltere’ye kalıyordu. Hükümeti, ileride iyi bir yönetimi olması için Mısır’ı ancak geçici bir süre işgal altında tutmayı planlıyordu. Bundan sonraki iki ay boyunca askeri hazırlıklar sürerken Babıâli’deki İngiltere Büyükelçisi Lord Dufferin, sultanın İngiliz kuvvetiyle birlikte bir Türk taburu yollamasında ısrar ederek bunun ikili bir işgal olması çabalarından vazgeçmedi. Böylesi bir girişim, sultanın Mısır üzerindeki hükümranlık haklarını doğrulayacağı gibi, aynı zamanda İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğüyle bağımsızlığına saygısını kanıtlardı.
Bu konuda askeri bir antlaşma hazırlandı ve imzalanması için Abdülhamit’e sunuldu. Ancak İngiltere’nin onsuz hareket edemeyeceği hayaline kapılan sultan, sürekli itirazlar ve metinde yapılmasını istediği küçük değişikliklerle işi uzattıkça uzattı, öyle ki İngiliz Hariciye Nazırı Lord Granville sonunda büyükelçisine yolladığı bir mesajla, “Acil durum geçtiğine göre, majesteleri artık Mısır’a birlikler göndermeye gerek görmeyecektir,” diye bildirdi.
Çünkü 13 Eylül 1882’ye rastlayan o günde daha önce İskenderiye’ye çıkmış olan General Sir Garnet Wolseley bir İngiliz seferi kuvvetini Süveyş Kanalı’ndan İsmailiye’ye taşımış, İngilizler oradan kara içine girerek Arabi’nin Mısır Ordusu’nu Tel-el-Kebir Savaşı’nda darmadağın etmişlerdi. Ertesi gün de bir süvari kuvveti Kahire’ye girmişti. Sultan Abdülhamit kızmaya devam etsin İngiltere’ye karşı bir kez daha fırsatı kaçırmış, Hidiv de sonuçta zafer sevinci içinde başkentine dönmüştü. Sultanın, Doğu ile Batı diplomasisi arasındaki tempo farklılıklarına ayak uydurması gerekecekti.
İngiltere’nin başından beri samimi olarak niyeti hâlâ Türk egemenliği altında dengeli bir yerli yönetim kurulur kurulmaz kuvvetlerini Mısır’dan çekmekti. Abdülhamit Kahire’deki ajanları aracılığıyla İngiliz yönetimine karşı entrikalar çevirirken Lord Dufferin Mısır’da bir dereceye kadar özgür bir yönetim yerleştirmeye çalışıyor, İngiliz askeri otoriteleri de iki veya üç yılın içinde ülkeyi boşaltmak için bir programı tartışıyorlardı. 1885’de muhafazakâr bir hükümet iktidara gelince Lord Salisbury başbakan olarak Sir Henri Drummond-Wolff’u özel bir görevle İstanbul’a yolladı. Görevi hâlâ bir İngiliz-Türk dostluğu çerçevesinde iki ülke arasında, ikisinin de çıkarına hizmet edecek, İngiliz etkisini korurken sultanın Mısır üzerindeki haklarını doğrulayacak bir anlaşmaya zemin hazırlamaktı.
Sonuçta ordusuyla yönetimindeki reformu denetlemek üzere Mısır’a İngiliz ve Türk temsilciler yollamak üzere bir ön anlaşmaya varıldı. Ama ciddi pazarlıklar başlayana dek zaman geçecekti. Bu pazarlıklar 1887’de iki tarafın hükümdarları tarafından onaylanması gerekecek bir İngiliz-Türk antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu anlaşmayla içten veya dıştan gelecek ciddi bir tehlike Mısır’ı tehdit etmedikçe İngiliz Hükümeti kuvvetlerini üç yılın içinde geri çekecek fakat İngilizler bir istila veya içteki karışıklıklar tarafından tehdit edildiğinde tekrar ülkeye girme haklarını koruyacaklardı. Geri çekilme, Mısır’ın tarafsızlığıyla ilgili uluslararası bir garanti eşliğinde yapılacak, böylece antlaşmanın koşullarının Avrupa devletlerince kabulüne bağlı olacaktı.
Mısır’da İngilizlerin statüsü açısından dolaylı olarak anlamı göz önüne getirildiğinde antlaşmaya şimdi Fransa tarafından şiddetle karşı konuluyordu. Bu ülkenin Babıâli’deki büyükelçisi, Rus meslektaşıyla anlaşmalı olarak, sultana onayını vermemesi için tehditle karışık baskı yapmaya başladı. Bu şekilde gözü korkutulan Abdülhamit yine son dakikada anlaşmayı Türkiye adına onaylamayı reddetti. Sir Henri Drummond-Wolff görevini tamamlamamış olarak İngiltere’ye döndü, Mısır’daki İngiliz işgali de sürüp gitti. Kısa zamanda geri çekilme planları da bir anlamda unutuldu.
Önceleri İngiltere’ye karşı diplomatik bir zafer kazandığını zanneden Abdülhamit çok geçmeden ciddi bir gaf yaptığının farkına vardı. Bunun üzerine görüşmelerin tekrar başlaması için Lord Salisbury’ye bir mesaj yolladı. İngiltere başbakanı nazik, fakat kararlı bir dille reddetti. Bundan sonraki beş yıl boyunca Türkiye, Fransa ve Rusya tarafından İngilizleri Mısır’dan çıkarma çabaları sonuç vermedi. Mısır’ın bir İngiliz-Mısırlı yönetiminin içerdiği sorunlar bunun başarılmasını engelledi.
Ülkenin İskenderiye’de bir donanma üssü bulundurularak kontrolü giderek daha ihtiyaç haline geliyordu. Çünkü Doğu Meselesi yön değiştirmişti. Uluslararası güç mücadelesinin ekseni Türkiye’den Mısır’a, Boğaziçi’nden Süveyş Kanalı’na, Yakındoğu’dan Uzakdoğu’ya kaymıştı. Osmanlı İmparatorluğu’na Rusya’dan gelen tehdit ve bunun sonucunda son yüzyıldır süregelmekte olan Balkanlar’dan veya boğazlardan Akdeniz’e sızması tehlikesi, Rusların emperyalist emellerle daha doğuya, Asya’nın içerilerine bakmaya başlamalarıyla önemini kaybetmişti. Bu da bir İngiliz-Rus çatışması tehlikesini Hindistan sınırlarına kaydırarak şimdilerde Mısır’ın kontrolünde olan denizyollarının önemini büyük ölçüde artırmıştı. Ülke 270 yıldan beri Osmanlı egemenliğindeydi. Oysa Sultan Abdülhamit şimdi Mısır üzerindeki sözde egemenliğinin son kalıntılarından da caymıştı.
Sultan despotça yalnızlığı içinde, yabancıyı yenmek ve onlara kıyasla üstünlüğü hayallerine kapılarak akıllı ve güvenilir danışmanlık hizmetlerinden kendini mahrum etmişti. Kötü niyet ile acemice diplomasi birleşimi sonucunda dışişlerinin idaresinde birbiri arkasında fırsatlar kaçırmıştı. Mısır bunların en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Burada İngiltere’nin sürekli iyi niyetine ve cesaretlendirmesine rağmen Abdülhamit kendi çıkarlarıyla imparatorluğununkilere hizmet etmemekte inatla direnmişti. Balkanlar’da kalan son topraklarına açılan kapı olan Bulgaristan’la ilgili pasifliği hiç kuşkusuz Batı’daki imparatorluğunun nasılsa yok olmaya mahkûm ve tamamen elden gitmesinin sadece zaman meselesi olduğu yolundaki gerçekçi kanısının sonucuydu. Ama Mısır’ı terk etmesi hem gereksiz hem de akılsızcaydı.
Ülke üzerindeki egemenliği, büyük ölçüde sembolik olmakla beraber, Mısır dinsel anlamda Abdülhamit’in şimdi yürüttüğü politika için yaşamsal önem taşıyordu. Çünkü Hıristiyan Avrupa’daki imparatorluğunun kalıntılarına sırt çevirirken sultan en azından ayakta kalabilmek için yüzünü, yaygın toprakları büyük ölçüde olduğu gibi duran Asya’daki Müslüman İmparatorluğu’na çevirmişti. Ağırlık merkezini şimdi doğuya İslamiyet yönüne kaydırıyordu. Asya yalnızca kendi ırkının ve hanedanının değil, aynı zamanda dininin ve ulusunun en büyük kitlesinin de beşiğiydi. Sultanları, bu insanların yalnız topraklarının ve hayatlarının değil, inançlarının da savunucusuydu.
Mısır’ın önemi de buradaydı. Çünkü Kahire bin yıldan uzun süredir İslamın büyük bir ruhani merkezi, Türk işgalinden önce de birkaç yüzyıldır Halifelik’in de merkeziydi. Geleneklere bakılırsa, 1517’de Kahire’ye girdiğinde Osmanlı fatihi I. Selim Abbasi halifelerinin son vârisi tarafından resmen halife olarak tanınmış, daha sonraki bir tarihte de Mekke şerifi tarafından İslamın kutsal yerlerinin hamiliğiyle onurlandırılmıştı. Bu, Osmanlı imparatorları için bütün İslam dünyasının manevi liderliği anlamına geliyordu. İstanbul böylece -su götürür de olsa - yaygın şekilde halifeliğin merkezi ve İslamın şehri veya “İslambol” olarak tanınmıştı. Her Osmanlı sultanı o zamandan beri dünyasal ve tinsel kişiliğine dayanarak Sultan-Halife unvanını kabullenmişti. Bu iddianın içerdiği hakların İslam devletlerinin tümü tarafından kabul gördüğü söylenemezdi. Fakat Abdülhamit halifeliği şimdi araç olarak kullanarak Osmanlı Hanedanı’nın gücünü ve saygınlığını yalnız kendi Asya topraklarında değil, İslam dünyasının tümünde kabul ettirmek istiyordu. Bu nedenle de halifelikten elde ettiği bu tinsel egemenliğin kaynağı olan Mısır üzerindeki dünyasal egemenliğini feda etmesi için çok uygunsuz bir zamandı.
Abdülhamit’in politikasına yön değiştirtmesi, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya ve Hindistan’a kadar Müslüman topraklarına giderek daha fazla hâkim olan Batı’yla Rus emperyalizmine karşı bütün İslam dünyasının genel tepkisini yansıtıyordu. Türkiye böylece, Batı’yla arasındaki bağları koparan bir hükümdar olarak Abdülhamit’e saygı duymaya teşvik edilen emperyalizm kurbanlarının bir buluşma noktası oldu. Ayrıca imparatorluğunun da tarihçi Arnold Toynbee’nin deyişiyle “var olan en güçlü, en verimli ve aydın Müslüman Devleti” olduğunu görebiliyorlardı. Tanzimat reformcularının devletle din ikiliğinin yapısındaki çatışmayı çözümlemedeki başarısızlıklarının arkasından Abdülhamit bunu sadece mutlak yönetimiyle ortadan kaldırmıştı. Modern teknik ve bilimin aracıyla gücünü perçinledikten sonra, bir tür “anayasal mutlakiyet” rejimi kurma iddiasında bulunarak bürokratik bir seçkin zümrenin içinde ve onlar yararına Tanzimat geleneğiyle uyumlu ve de kendi seçimi olan reformları uygulattı.
Halkının büyük çoğunluğunun gözünde, yabancı müdahalelerden ve etkilerinden arınmış, kendilerine ait, anlayabildikleri ve saygı duyabildikleri güçlü, geleneksel bir İslami rejim kurmuştu. Türkler halife sultanlarında tutucu bir ruhtan esinlenen ağırbaşlılık, sağduyu ve dindarlık gibi kişisel erdemleri görerek buna gururla karışık bir saygı duyuyorlardı. Sultan böylece yalnız vezirleri ve hükümet mekanizması tarafından değil, bu güçlerin dışında kalan ulema sınıfı tarafından da içten destekleniyordu. Hızla çoğalan çeşitli kademelerdeki “din adamları” sınıfı da İslam birliği adına bu sadakat ve bağlılığı paylaşıyordu. Tarikatlarının birçoğu sultanın topraklarında kayırılan, inançları geleneksel yoldan az çok sapmış medreselerle derviş tekkelerindeki bilginlerle keşişler de ayrıca sultandan yanaydı.
Abdülhamit başkentinin yalıtılmışlığının içinde çok uzak ve yabancı bir dünyaymış gibi Batı’ya tamamen sırtını dönmüştü. Yanlış ve hatalı kabul edilen politik görüşler, kurumlar ve davranışlar ağır bir sansürün baskısı altındaki basın tarafından bilmezlikten geliniyordu. Aydınlarının kafası bir ortaçağ İslami geçmişinin üstün kültür inancıyla doldurulmuştu. Reform ve modernleşme planlarını İslami kurumlara açıklarken Yeni Osmanlılar bunların Batı’dan türetildiğini itiraf etmişlerdi. Abdülhamit böyle bir şeyi asla itiraf etmiyordu. Onun görüşüne göre, Arap uygarlığı Avrupa uygarlığının kaynağıydı, Avrupa uygarlığı sadece anayasal sistemini değil, cebir, kimya ve fiziğin kaynağı olan Arap bilim ve teknolojisini; pusula ve barut gibi modern icatları; edebiyatı ve tarih yazmayı, özetle Batı’da beğeni uyandıran her şeyi İslamdan almıştı. Öyleyse Müslümanlar, geliştirmeye çalıştıkları birkaç icatları dışında Avrupa’dan ve Avrupalılardan ne isteyebilirlerdi? Bu tezi tekrarlayan bir kitap, “Çağdaş uygarlığın temelleri Hazreti Muhammed’in eylemleri ve geleneklerinden başka bir şey değildir,” diye başlıyordu.
Bu, bütün olarak İslam dünyasının hoşuna gidecek bir mesajdı ve sonradan Panislamizm kavramı çerçevesinde modernleştirilecekti. Asya’daki toprakları henüz yerli yerinde duran Osmanlı İmparatorluğu’nda ise güvence, ilham ve liderlik arayışı içindeki Müslümanların başvurabilecekleri bir odak güçtü. Abdülhamit saltanatının ilk yıllarından itibaren kendisiyle imparatorluğu için böyle bir rol hayal etmişti. İlk kez Avrupa’ya geçişlerinde Türklerin atlama taşı gibi kullandıkları Anadolu’nun kalbine çekildiği şu sırada kendini bu role adayarak çok yaygın sınırlarının içindeki ve dışındaki çeşitli İslam topluluklarıyla ilişkilerini geliştiriyordu.
Abdülhamit sadrazamlığa, normal uygulama uyarınca bir Türkü ya da tebaalarından biri yerine Tunus beyinin başvekili olarak nam salmış Hayrettin Paşa adındaki Çerkez asıllı bir devlet adamını atayarak İslam politikasını ilk kez açığa vurmuştu. Sultan, emsale sırt çevirmesini, ilgili fermanda, halife olarak İslam dünyasındaki bütün Sünni Müslümanların hizmetini talep etmeye hakkı olmasıyla açıklıyordu. Bu bağlamda yönetiminde ve sarayındaki görevlerde Hristiyanların yerine Müslümanlara, hatta Türklerin yerine imparatorluğundaki başka Müslümanlara ayrıcalık tanımaya çalıştı. Uzaktan gelen Arap şeyhleri imparatorluk sarayında kendi dairelerinin bulunmasıyla onurlandırılıyordu. Sultan oturduğu yerden Arapların, Kürtlerin, Arnavutların ve Hristiyan sınır bölgelerindeki başka Müslümanların sorunlarıyla ilgilenerek ve daha uzaktaki ülkelerin Müslüman halklarına yardımcı olarak Müslümanların bağlılığını kazanmaya çalışıyordu. Kendi sınırlarının içine çekilen Avrupa’nın eski Hasta Adamı, şimdilerde Asya’nın Kuvvetli Adamı olmaya çalışıyordu. Ama böyle yapmakla Avrupa’yı ve Batı’nın uygar dünyasını kendine her zamankinden de fazla düşman edecekti. Çünkü sınırlarının içinde giderek daha fazla kuşku duyduğu ve planlarına bir engel olarak gördüğü kalabalık bir Hristiyan azınlığı yaşıyordu.
Salisbury her ne kadar sultanın tahttan indirilmesi için Rusya’nın desteğini almak üzere kamuoyu yoklaması yaptıysa da, karşılığında boğazlarla ilgili ödünler vermeye razı değildi. Diğer yandan Rusya da Ermenistan’ın Küçük Asya’da yeni Bulgaristan’ın Avrupa’da oynadığı rolü tekrarlamasından yana gözükmüyordu. Avusturya-Macaristan Balkan meselelerine fazlaca bulaştığından bir savaş riskini göze alamıyordu.
Osmanlı’da büyük yatırımları olan Fransa statükonun korunmasından yanaydı. Küçük Asya’da avantajlar koparmayı ümit eden Almanya, sultanın koruyuculuğu rolüne devam etmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmek veya topraklarını bir uluslararası komitenin denetimine vermek planları böylece sonuçsuz kaldı. 1897’de son bir konferansın, son bir reform planını Babıâli’ye zorla kabul ettirme yönünde bir anlaşmaya varmak başarısızlıkla sonuçlandı.
Avrupa devletleri arasındaki uyumsuzluk ve kararsızlık küçülen Osmanlı İmparatorluğu’na bir kere daha kısa süreli de olsa yeni bir yaşam gücü verdi. Amansız inadı Abdülhamit’e Batı’ya karşı negatif bir zafer kazandırmıştı.
Avrupa devletlerinden sadece bir tanesi sürekli sultanla dostluğunu sürdürüyordu. Bu da Almanya’ydı. Bismarck geçmiş yirmi yıl boyunca gözlerini Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayırmamışsa da, bakışı Almanya’nın Türklerin zararına genişleme emelini yansıtmıyordu. Hedefi daha çok İngiltere’nin eksilmekte olan politik etkisinden pay kapmaktı. Bismarck bunun dışında Doğu’yla ilgili taahhütlerinde temkinli davranıyordu. Berlin Kongresi’nde “dürüst aracı” olarak hizmet ettikten sonra, şimdi de Almanya İmparatorluğu’nun rolünü Avrupa’nın hakemi ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla Balkan devletleri arasındaki ittifakın hâkim ortağı olarak görüyordu. Buradaki başlıca ilgi alanı Rusya’yla bir güç dengesi sürdürebilmekti. Osmanlı İmparatorluğu bu bağlamda önemli bir rol oynamıyordu: Bismarck’ın gözünde Doğu Meselesi “Bir tek Pomeranyalı bombacı askerin kemikleri kadar önemli değildi.”
Fakat 1888’de imparatorluk tahtına çıkan Kayzer II. Wilhelm’in çok aşırı emelleri ve hayalleri vardı. Alman subaylarından bir ekiple son beş yıldır Türk Ordusu’nu eğiten, Alman yapımı silahlar ve donanımla modernleştiren Mareşal von der Goltz, onu bu yolda cesaretlendiriyordu. Kayzer bu etkiyle ülkeye geniş çaplı bir sızma planladı. Asya Türkiyesi yalnız strateji alanında değil, ekonomi, ticaret ve teknoloji alanlarında da Almanya’nın kesin etkisinde olmalıydı. Avrupa sınırlarını aşan bu türden Alman emellerine karşı olan Bismarck’ı Kayzer Wilhelm çok geçmeden başından savdı. Haris bir Doğu tutkusuna kendini kaptırmıştı. Almanların bu arada aracı, Berlin’i Basra Körfezi’yle birleştirmesi planlanan Bağdat Demiryolu’ydu. Bu da, Abdülhamit’in, egemenliğindeki Asya topraklarıyla arasındaki iletişimi sağlayıp yönetsel denetimleriyle ekonomik gelişimlerini kolaylaştıracak demiryollarıyla, ayrıca karayolları ve telgraf iletişiminin yapımı planlarıyla örtüşüyordu.
Demiryolunun aşamalı olarak yapımı için sultan tarafından Deutsche Bank grubuna ayrıcalık sağlandı. Bu, on dokuzuncu yüzyılın son on yılında Osmanlı İmparatorluğu’na Alman sermaye sahiplerinin, tüccarlarının, mühendislerinin ve her alandaki uzmanlarının akmasına yol açtı. Bu arada, Kayzer II. Wilhelm tahta çıkışını izleyen yıl içinde, Bismarck’ın karşı koymasına rağmen, İstanbul’a resmi bir ziyaret yaptı. Birkaç zamandır kendisine ait hazine bonolarını Alman bankalarının tarafsız güvenliğine transfer etmekte olan sultanın, Almanların yüzüne gülmek için çok sebebi vardı. Şimdi de Alman imparatoruyla imparatoriçesini rütbelerine layık bir konukseverlikle karşılıyordu. Onları ağırlamak için Yıldız Sarayı’nın arazisinde küçük bir saraydan farksız çok süslü bir köşk yaptırmıştı. İmparatorun şerefine düzenlenen mükellef Avrupa yemeklerinin Paris’ten getirtilmiş som altından tabakların içinde servisleri yapıldı. Sultan bu arada imparatoriçeye sarayın bahçesindeki güllerden derlenmiş şık bir buket takdim etmişti. İmparatoriçe güllerin petallerinin arasında iri bir pırlanta buldu.
Kayzer Wilhelm dokuz yıl sonra sultanın ülkesine bir ziyaret daha yaptı. Bağdat Demiryolu bu arada Konya’ya varmıştı. Hamburg’la İstanbul’un arasında Alman buharlı gemilerle seferler yapılıyordu. Almanya’dan Türkiye’ye Alman malları, Türkiye’den Almanya’ya ise Türk malları ihraç ediliyor, bundan Anadolu halkının tüm tabakaları yararlanıyordu. Avrupa devletleri arasında yalnız Almanya sultanın azınlıkların olaylarını protesto etmediği için Kayzer şimdi Abdülhamit’in bir kat daha gözüne girmişti.
Kayzer bu ikinci ziyaretinde yolculuğunu Osmanlı İmparatorluğu’nun başka bölümlerine de uzattı. Bir Hıristiyan hacısı kisvesinde Kudüs’e görkemli bir giriş yaptı, kutsal şehrin önünde tozların içine diz çökerek dua ettikten sonra da bir Lüteryen kilisesini ibadete açtı. Sonra, ustalıkla kılık ve tavır değiştirerek bu kez Müslüman Şam’a geldi ve başında bir sarıkla Salahaddin Eyyubi’nin mezarını ziyaret etti. Bu da sultan halifenin İslam politikasını onayladığı anlamına geliyordu. Üç yüz milyon Müslümana Alman imparatorunun sonsuza dek korumasını da vaat etti. Böylece, Bağdat Demiryolu’nun bundan sonraki aşamasının Konya’da başlayarak Toros sıradağlarını aşacak ve sonunda Basra Körfezi’ne ulaşacak bölümünün imtiyazını da elde etmiş oldu.
Süveyş Kanalı’nın sahipliğini ve kontrolünü elde etmiş olan İngiliz Hükümeti o zamana dek Anadolu demiryoluyla fazla ilgilenmemişti. Fakat demiryolunun Mezopotamya’yla Basra Körfezi’ne kadar uzaması olasılığı, genel vali olarak Lord Curzon’un Hindistan Hükümeti’yle sularının başındaki Kuveyt şeyhi arasında bir anlaşmayı müzakere ettirmeye sevk etti. Bunun sonucunda şeyh İngilizlerin onayı olmadan toprak vermemeyi ve yabancı temsilci kabul etmemeyi kabul etti. Umman sultanına da bu türden sınırlamalar kabul ettirilmişti. Böylece, İngiltere’nin çıkarları, bir gün tamamlanması halinde Bağdat Demiryolu’nun son noktasının önceden önünü kesmiş oldu. Rusya da demiryolunun Türkler tarafından Kafkaslar’da kendisine karşı bir silah olarak kullanılmasından endişe duyuyordu. Böylece Türkleri bir “Karadeniz Antlaşması”na razı etti. Buna göre, kuzey Anadolu’daki demiryolu imtiyazları sadece Rus çıkar çevrelerine ve çarın onayladığı şirketlere verilecekti. Abdülhamit’in Müslüman dünyasının liderliği emelleri başka bir gizli projeyi, Hicaz Demiryolu’nu da içeriyordu. Bu demiryolu Şam’da başlayarak bütün hacıları kutsal Mekke ve Medine şehirlerine götürecek böylelikle sultanın prestijini kendi topraklarında ve bunların ötesinde somut bir gerçeğe dönüştürürken Yemen’deki ve başka yerlerdeki Arap halkları üzerindeki politik kontrolünü de kuvvetlendirecekti. Kutsal amaçlı bir demiryolu olacağından yalnızca İslam dünyasının katkılarıyla finanse edilecek ve yabancı teknisyenlerin denetimi ve önerileriyle olmakla beraber, -Türk Ordusu’nunki dahil- tamamen Müslüman işçiliğiyle gerçekleştirilecekti. İnşaatına 1901 yılında başlanan Hicaz Demiryolu sekiz yılın içinde Medine’ye varmış, bütün Müslümanların gözünde, Osmanlı girişimiyle birlikte, halifenin saygınlığını da artırmış bulunuyordu.
Sırf kendisine yönelik çıkarları gütmesiyle diğer devletlerden ayrılan Almanya, Hıristiyan yurttaşlarına karşı anlaşmalarla saptanmış taahhütlerini göz göre göre yerine getirmeyince dahi sultanı suçlamaktan kaçınıyordu. Azınlıklara destek vermeyi reddetmişti. Şimdi Avrupa’nın kalan kısmının, vaat edilmiş reformlarının uygulanmasına çalıştığı Girit’le Makedonya’ya karşı da aynı tavrı sürdürüyordu. Osmanlı baskısı altında huzursuz olan Girit Adası, Yunan Bağımsızlık Hareketi’nden itibaren zaman zaman başkaldırmaya koyulmuştu. Ada halkının çoğunluğu Rumca konuşan Hıristiyanlardan oluştuğundan Berlin Antlaşması’na göre Yunanistan tarafından ilhak edilebilirdi. Çünkü halkın yüzde onunu geçmeyen bir Müslüman azınlığın çıkarları doğrultusunda yönetilmekteydi.
Sultan, Hıristiyan Ermeni azınlığı gibi Girit Hıristiyanları’nın da ezilmesinden yanaydı. Fakat Giritliler savaşçı bir ırk olduklarından ona şiddetle karşı koydular. Abdülhamit bu durumda zaman zaman bir Hıristiyan vali atamakla onları yatıştırmayı daha siyasi buldu. Ancak bu valinin görevi genellikle kısa süreli oluyor, yerine bir Müslüman geliyordu. Hıristiyan yönetimini aklına koymuş Giritli çoğunluğu, şimdi Yunanistan’a katılmak için çaba gösteriyordu. Türkiye’yle savaşa girmekten çekinen Yunan Hükümeti, Giritlilerin istemlerini temkinli karşılıyordu. Fakat 1889’daki bir ayaklanma sonucunda Atina’ya bir Hıristiyan akını olunca, halkın duygularına saygı göstererek Girit halkına daha adil bir yönetim sağlanması için Babıâli’ye başvurdu. Sultan önceki boş vaatleri bir fermanla tekrarlayıp bazı reformları onaylayınca ayaklanma son buldu. Başka bazı karışıklıkların da başgöstermesi sonucunda sultan yirmi yıl önce Bulgaristan’da olduğu gibi, Müslüman asıllı başıbozuk birlikleriyle adayı basmayı planladı.
Böylece Hıristiyanlar 1896’da bir kez daha ayaklandılar, ki bu sonuncu başkaldırıları olacaktı. Müslümanların Hanya’da giriştikleri katliamlardan ve Hıristiyan mahallesinin büyük kısmının tahrip edilmesinden sonra Hıristiyanlarla Giritli Müslümanlar arasında Müslüman birlikleri tarafından desteklenen bir iç savaş patlak verdi. Hıristiyanlar, Avrupa devletlerine başvurarak Yunanistan’la birleşmek istediklerini bildirdiler. Yunanlılar bunun üzerine Girit’e asker gönderdi. Önce Türklerin yollayacakları takviyelerin yolunu kesmek üzere küçük bir torpidobot filosu, arkadan da adayı işgal etmek üzere bir kara kuvveti yola çıkarıldı. Gemileri Girit sularında olan beş Avrupa Devleti’nin amiralleri Hanya’yı işgal ettiler. Doğularında ise Almanlarla Ruslar, Yunanlıları geri çekilmeye zorlamak amaçlı uluslararası bir abluka için baskı yapıyorlardı. Fakat İngilizlerin baskısı beş devleti, bütün Yunanlıların ve Türk kuvvetlerinin büyük bir kısmının geri çekilmesi şartına bağlı olarak Girit’in özerkliğini istemeye itti. Sultan da sonunda bunu kabul etmek zorunda kaldı.
Bu arada Yunanistan’da kamuoyu Türkiye’ye savaş ilan edilmesi için yaygarayı basıyordu. Ne kral ne de sultan savaşı istiyordu, ama Helen milliyetçi unsurlar Yunan Hükümeti’ni buna mecbur ettiler. Milliyetçi çeteler Makedonya ve Tesalya sınırını aştılar; Türkiye’de 1897 ilkbaharında Yunanistan’a savaş ilan etti. Bu kısa Otuz Gün Savaşı Yunanlılar için bir felaket oldu. Yunan Donanması, Türklerinkinden üstün olmakla beraber, belki de devletlerin baskısı nedeniyle, fazla bir başarı elde edemedi. Karada da Yunan kuvvetleri Epir’le Tesalya’nın her ikisinden de perişan olup kaçtılar. Türklerin hızla ilerlemesi üzerine Atina paniğe kapıldı. Fakat devletler araya girerek bir ateşkes yapılmasını zorladılar. Altı ay sonra İstanbul’da bir barış antlaşması imzalandı. Buna göre, Yunanlılar yüklü bir tazminat ödemeye mecbur kalıyorlardı. Fakat Türkler, Tesalya’yla Epir’den çekilerek buralara bitişik bir arazi şeridinin kendilerine bırakılmasıyla yetindiler. Yunan egemenliği bir kez daha kurtarılmış, yıllar süren yenilgilerden sonra da sultanın prestiji, Almanlara borçlu olduğu bir zaferden sonra artmış bulunuyordu.
Girit’teki mücadele bir yıl daha uzadı. Hâlâ sultanı destekleyen Almanya’yla Avusturya, Yunan yanlısı politikalarını protesto için devletlerin ittifakından koparak kendi işgal kuvvetlerini adadan çektiler.
Kalan devletler sultanın egemenliğindeki özerk bir Girit’e uygun bir vali aradı. İngiliz konsolos yardımcısının ölümüyle sonuçlanan Müslüman karışıklıklarının sonrasında devletler sultana bütün Türk kuvvetlerinin adayı boşaltmasını söylediler ve dedikleri sonunda yapıldı. Yunan Prensi Yorgi adaya vali olarak yerleşti. Abdülhamit gerçekten de adayı kaybetmişti. Atina, Girit’in bin dokuz yıl önceki Roma işgalinden beri ilk kez özgürlüğüne kavuşmasına seviniyordu.
Avrupa’daki Türkiye’den Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde topu topu bir tek önemli eyalet kalmıştı. Bu da Balkanlar’daki bir kilit nokta olan Makedonya’ydı. Bitişiğindeki Bulgaristan ve Sırbistan, Türk yönetiminden kurtulduğundan beri dikkate değer bir düzene ve gelişmeye kavuşmuşlardı. Makedonya eyaleti, onların oluşturduğu örneğe uyacak yerde, giderek daha açgözlü, yozlaşmış ve beceriksiz olan ve diğer eyaletlerin kaybına yol açandan da kötü bir yönetimin pençesinde hızla geriliyordu. Türk kuvvetleri ücretlerini alamadıklarından halka yük oluyorlardı; mahkemelerde Hıristiyanlar için adalet hemen hemen yok gibiydi; Müslümanların yasadışı gaspları almış yürümüştü. Hıristiyan köylülerin topraklarını gasp etmişler, bu kişiler haklarını arayamaz duruma düşürülmüşlerdi. Abdülhamit bu haksızlıkları ve yolsuzlukları düzeltmek için hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu. Bunun sonucunda Hıristiyanlar bitişik özgür ülkelere ve özellikle de Bulgaristan’a akıyorlardı. Çok geçmeden Sofya nüfusunun yarısına yakını sınır ötesinden gelen mültecilerden oluştu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun minyatür bir benzeri olan Makedonya, aralarında belirli coğrafi sınırlar olmayan, kendi aralarında ve Türk eyalet yönetimiyle sürekli bir çatışma halinde olan bir sürü ırkın, dilin ve dinin buluştuğu karma bir topluluğun vatanıydı. Üçüncü sınırının diğer yanında ise kültürü geçmişte Makedonya’ya egemen olan Yunanistan yer alıyordu. Fakat yakın geçmişteki Türk-Yunan savaşının zayıflattığı bu kültürün egemenliği şimdilerde en büyük Hıristiyan topluluk olan Slavlar tarafından tehdit ediliyordu. Bulgar milliyetçilik ruhu, yakın zamanda Makedonya’da Rum Patrikliği’nin otoritesine karşı dengeleyici unsur olarak bir Bulgar Metropolitliği’nin kurulmasıyla önem kazanmıştı. Bu durum Yunan etkisine karşı Bulgar etkisini güçlendirmek için Babıâli tarafından sömürülüyordu. 1890’larda da yedi Bulgar piskoposun atanmasını onayladılar. Bu arada Sırplar da kendi kiliselerini temsil etmek üzere ilk kez bir piskoposluk kurdular. Makedonya’da Yunanla Slav arasındaki çatışmanın öğeleri bunlardı ve uzlaşmak şöyle dursun, on dokuzuncu yüzyıl sonuna yaklaşırken bu çatışma daha da yoğunlaşacaktı. Abdülhamit’in, Müslüman Arnavutları Yunanlıların ve Slavların topraklarına el uzatmaya teşvik etmesi durumu daha da ciddileştirdi.
Selanik’te kurulan bir Makedonya ihtilalci komitesi eyaletin özerkliği için çalışmaya başladı. Sofya’daki bir rakip komite ise Bulgaristan tarafından ilhakını istediği gibi, 1895’de Makedonya’ya büyük çapta bir akın düzenledi. Bulgar haydut çeteleri dağlarda dolaşarak Türk köylerini basıyorlar ve onlar da Yunanlı haydutların saldırısına uğruyorlardı. Bu arada başıbozuk Türk birlikleri de çıkarları gerektirdiği zaman her iki taraf için de savaşıyorlardı. Bundan en büyük zararı ise tahrip olan Makedonya doğası görüyordu. Eyalet böylece giderek kaosun ve anarşinin pençesine düşmekteydi. 1903’de Selanik’de patlak veren bazı şiddet hareketleri organize bir isyana yol açmışken, bu, İstanbul’dan yetişen destek kuvvetlerin yardımıyla bastırıldı.
Bu olaylar sonunda Avrupa devletlerinin dikkatini çekti. Zaten Türk egemenliğine son vermek umuduyla bunları Slavlar planlamışlardı. “Türkiye’nin Avrupa’daki eyaletlerinin böylesine acınacak durumda kalmasına izin verilemeyeceğini” Hıristiyanlar gibi Müslümanlar da kabul ediyorlardı; sonunda sultan da yasa ve düzen konularıyla ilgilenmesi için oralara bir genel müfettiş atadı. Ancak Avrupa devletleri aralarında anlaşmaktan uzaktılar. Müttefikleri sultanın zararına özerk bir Makedonya’nın kurulmasını ne Almanya ne de Avusturya iyi karşılıyordu. Avusturya’yla Rusya eyalette bir yönetim reformu için mütevazı bir program önerisini öne sürmüşlerdi bile. Fakat bu, statükoyu tehdit etmek için pek az şey yapabildi ya da hiçbir şey yapamadı.
Buna karşın İngiltere daha olumlu bir tavır takındı. Hıristiyan topluluğuna Hıristiyan bir valinin yönetiminde daha fazla yetki tanıyan ve başıbozuk Türk birliklerinin çekilmesini içeren reformlar önerdi. Çarla Avusturya imparatoru Viyana yakınındaki Mürzsteg’deki bir konferansta İngiliz önerilerinin biraz değişmiş bir şekli üzerinde anlaşmaya vardılar. Buna göre Türk valinin yanında danışmanlık konumunda biri Rus, diğeri Avusturyalı olmak üzere iki “sivil ajan” bulunacaktı. Jandarma teşkilatını bir Avrupalı yönetecekti. Devletlerin her biri eyaletin belli bir bölümünün denetiminden sorumlu olacak, yönetsel sınırlar ulusal sınır çizgileri hesaba katılarak gözden geçirilecek bu sınırlar içinde yerel özerklik teşvik edilecekti. Şehirlerde Hıristiyanlarla Müslümanlardan oluşan karma bir komisyon yerel reform önlemleri üzerinde karara varacaktı. Fakat Türk kuvvetlerinin bölgeden çekilmesine İngiltere dışındaki devletlerin altısı da karşı çıktı. Bunun dışında önerileri desteklemeye razı oldular ve uygulanmalarına hazırlanılması için konsoloslarını bilgilendirdiler.
Sultan bu oybirliği karşısında, istemeyerek de olsa, Mürzsteg programını prensip olarak kabul etmekten başka bir şey yapamazdı. Fakat tüm uygulamalar, sultanın egemenlik haklarının korunması bahanesiyle Babıâli tarafından sürekli olarak geciktirildi ve engellendi. Üzerinde anlaşmaya varılan yeniliklere gelince, onlar da çoğu kez Babıâli tarafından kabul edilemez veya uygulanamaz olarak nitelendirildiler. İki yıllık bir pazarlık ve uzlaşma çabası süresi böylece gerçek bir reform gerçekleştirilemeden uçtu gitti. Avusturya’yla Almanya bu arada reformların gelişmesine katkıda bulunmak için çok az çaba gösterdiler veya hiç göstermediler. Bu işte sıkı bir işbirliği halinde çalışıyorlar, kendi çıkarlarını göz önünde tutarak Babıâli’ye baskı yapmaktan ya da sultanın kıymetli egemenlik haklarına fazla bulaşmaktan kaçınıyorlardı. Almanya’yla Avusturya’nın, Makedonya’nın durumunda iyiye doğru bir gelişmeye karşı oldukları belli oluyordu. Hatta Türk egemenliğinin yerini daha istikrarlı bir uluslararası rejimin almasındansa ülkenin geri kalmış bir eyalet olarak kalması daha çok işlerine geliyordu. Avusturya nüfuzunun zaman içinde Ege’ye ve daha doğuya doğru yayılması yolunda bir plan gelişmekteydi. Bunun meşum belirtisi çok geçmeden ortaya çıktı. Avusturyalılar 1908’de Babıâli’den Makedonya’da ekonomik ödünler istediler, karşılığında da, “Balkan yarımadasını etkileyen bütün sorunlarda,” Avrupa baskısına karşı yardımlarını ve reform için desteklerini vaat ettiler.
İngiliz Hükümeti ise Makedonya’daki koşulları düzeltmeye giderek daha pozitif bir ilgi göstermeye başlamıştı. Mürzsteg programının hâlâ zayıf düşerek sürüklendiği 1905’de İngiltere, sultana, eyalet için finansal reformlar biçimlendirmek üzere, devletler tarafından atanacak bir uluslararası komisyonun görevlendirilmesini istedi. Komisyon bir Türk genel müfettişin başkanlığında olacak ve seçilmiş yabancı temsilcilerin katkısıyla çalışacaktı. Sultan böylesi bir yabancı müdahaleyi önce red ederek aksine gümrük resimlerinde artış istedi. Fakat Almanya dışındaki Avrupa devletleri deniz kuvvetleriyle bir gösteriye girişerek Midilli’yle Limni gümrüklerini zapt edince sultan boyun eğdi ve Selanik’teki Rus ve Avusturyalı sivil ajanlarla işbirliği yapmak üzere dört Avrupalı finans eksperinin gönderilmesine razı oldu. Ancak bu uluslararası komisyonun icra yetkileri yoktu. İngilizlerin 1908’de öne sürdükleri bir öneriye göre Makedonya valisinin, Türk tebaası olmakla beraber, Avrupa devletlerinin onayıyla atanması ve eyaletin gelirlerinden ücret alacak bir Avrupalı memur ekibinin yardımıyla çalışması gerekecekti. Bu öneri gerek Fransa gerekse Rusya tarafından kabul edildi ve çarla Kral VII. Edward arasında Reval’da (Estonya’nın başkenti Tallinn’in Almanca adı) imzalanan antlaşmayla somutlaştı. Bu arada sınırlı olarak işleyen Mürzsteg programının koşulları bir altı yıl daha uzatılmıştı.
Bu arada Makedonya’nın yalnız Hristiyan değil, Müslüman halkları da giderek artan hoşnutsuzluklarının etkisiyle sultandan can ve mal güvenlikleri için önlemler almasını istediler. Umumi Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa, Hristiyan veya Müslüman, herkesi hoşnut edecek temel reform projeleri tasarlayabilen iyi ün yapmış bir adamdı. Fakat Abdülhamit Avrupa devletlerininkiler gibi, paşanın reform projelerini de bilmezlikten geldi. Kaybettiği Girit eyaletinde en azından Müslüman azınlığın çıkarlarını gözetmeye çalışmıştı. Oysa Makedonya’da esenliklerine duyduğu kayıtsızlık nedeniyle yalnız Hristiyan değil, Müslüman yurttaşlarını da kendisinden soğutmuştu.
Makedonya çalkantılı tarihinin her anında, gelişen milliyetçi komşularıyla aynı düzeyde olmasına yardım edecek gelişmeler için feryat etmiş bir memleketti. Ki bu Osmanlı'nın yararınaydı. Fakat, kasti bir ataletle eli kolu bağlanmış ve yabancılara pasif direnişinde kararlı olan, dahası, kendi sınırları içindeki Müslüman halkı ihmalinde insanlık dışı davranan Abdülhamit sadece beceriksiz olmakla kalmayıp tedbirsiz de olan bir irtica rejiminde ısrar ediyordu. Böylece, Avrupa’ya sırtını dönmeye kararlı olan sultan, bu Avrupa eyaletindeki Müslüman kardeşlerinin arasında kendi mahvıyla sonuçlanacak bir patlamanın hazırlığını yapıyordu.
Bu da garip bir çelişki sonucunda en değerli başarısından, Türk eğitim sisteminin reformuyla kapsamının genişlemesinden kaynaklanacaktı. Gerek sivil gerekse askeri alanlardaki bu gelişme son kuşak içinde hatırı sayılır bir yeni orta sınıfın oluşmasına yol açmıştı. Mutlakiyete karşı siyasal özgürlüğün tohumları sultanın kendi ileri ve modern okullarının öğrencileri arasında kök salmaya başlamıştı. Fransız Devriminin yüzüncü yıl dönümü olan 1889’da İstanbul'daki askeri tıbbiyenin dört tıp öğrencisi ilk organize muhalefet grubunu kurdular.11 Daha önce Yeni Osmanlıların yaptıkları gibi İtalyan Carbonari’nin modelinde hücreler oluşturan bu gizli cemiyet, sivil, askeri, deniz, tıp ve başka yüksek okullardaki öğrencilerin arasında kısa zamanda yandaşlar buldu. Abdülhamit’in meclisi dağıtmasından beri Paris’te yaşayan ilk organize liberal sürgünler grubuyla bağlantı kurmakta gecikmediler. Bursa’da önemli bir eğitim müdürü olan ve kendini bu siyasal göreve adamış bulunan Ahmet Rıza da kısa zaman önce onlara katılmıştı.
Eski bir meclis üyesi olan içlerinden biri La Jeune Turquie yani Genç Türkiye adında bir gazete yayımlamaya başlayarak böylece Jön Türkler adını benimseyen grubun isim babası olmuştu. Rıza da bu arada başka sürgünlerle birlikte Meşveret adında bir gazete yayımlıyor ve yabancı postaneler aracılığıyla Türkiye’ye giriyordu. Gazetenin ikinci başlığı İttihat ve Terakki'ydi. Grubun bütün ırk ve inançları kapsayacağı düşüncesiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulmuş oldu.
1896’da sultana karşı bir hükümet darbesi yapmak için girişilmiş başarısız bir plan, bir grup komplocuyla politik çalkantılardan sorumlu olmalarından şüphelenilen başkalarının uzak bir eyalete sürgün edilmeleriyle sonuçlandı. Bu arada yurtdışındaki sürgünler arasında muhalefet grupları Paris’ten Kahire’ye, Cenevre’ye ve daha az ölçüde Londra’ya kadar yayılıyordu. Bunlar çok kere ideolojik açıdan ve şahsen birbirinden ayrılıyordu. Aralarında birlik olmadığından bazıları, kalanları hayal kırıklığına uğratarak İstanbul’a dönmeleri için sultanın yağcılıklarından etkilendiler.
Fakat İstanbul’daki öğrenciler arasında yıkıcı ruh yayılmaya devam etti. Hatta Galatasaray Sultanisi’nde bile. Burada okuyan seçkin yöneticilerin oğulları normal olarak bayramlarla törenlerde, “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmaya alışıktılar, ama 1906’da “Kahrolsun Padişah!” diye bağırıyorlardı. Sarayın yakın etkisinin dışında olan taşra okullarında bu radikal tahrikler daha da belirgindi. Sonuçta devrim Makedonya’da doğdu. Selanik’te Farmasonlar, Yahudiler ve Dönmeler (Müslüman olan Yahudiler) gibi organize grupların gizli desteğini elde eden güçlü İttihat ve Terakki Cemiyeti etkileri açısından Paris’teki örgütten daha eylemciydi, zaten iki örgüt çok geçmeden 1907’de birleşecekti. Sultan isyan hareketinin saha düzenindeki subaylara, gücünün bağımlı olduğu Osmanlı Ordusu’nun seçkin tabakasına yayılabileceğini tedbirsizliği nedeniyle öngörememişti. Ücretlerinin gecikmesine ve silahlarla donanımlardaki eksiklere tepki veren bu subaylar, üstün zekâları ve uyanan siyasal bilinçleriyle bir devrimci hareketin potansiyel öncüleri olacaklardı.
Askerlerin arasındaki çalkantılar 1908’in başlarında Makedonya’daki Üçüncü Ordu saflarına yayıldı. O yılın yazında çarla Kral VII. Edward’ın Reval’daki buluşması, yabancıların eyaleti özerkliğe zorlamak yolundaki tehdidi olarak algılandı. Böylece imparatorluk içeriden olduğu gibi, dışarıdan da tehdide uğruyordu. Bu da orduda mutlakiyet rejimine karşı Hürriyet ve Vatan Anayasa ve Millet gibi politik ilkelerin biçimlendirdiği bir isyan hareketini başlatacak kıvılcım oldu. Sayısız casuslarının ona ulaştırdıkları raporları azımsayan Abdülhamit uzun zaman pasif olarak kalmıştı, şimdi ise bir emrivakiyle karşı karşıyaydı.
Hürriyet bayrağı, Selanik’in biraz ötesindeki Resna Tepeleri’nde iki Jön Türk binbaşı tarafından dalgalandırıldı. Bunlardan biri az konuşan, fakat cesur bir asker olarak bilinen Enver Bey’di. İkincisi Niyazi Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk üyelerindendi; kılık değiştirerek Anadolu’da dolaşmış ve sultanın yönetimine karşı olanların arasından cemiyete üyeler kazandırmıştı. Şimdi, davasına bağlı birlikler, silah, cephane ve kendi taburunun paralarıyla dağlara çıkmıştı. İki subay isyan ettiklerini duyurdular. İttihat ve Terakki onları Selanik’ten destekleyerek Mithat Paşa’nın eseri olan 1876 Anayasası’nın canlandırılmasını istedi.
Abdülhamit isyancılara karşı Manastır’a bir kuvvet yollayınca bunların komutanı olan Şemsi Paşa, kendi subaylarından biri tarafından gündüz vakti vurulurken başka gerici subaylar da aynı akıbete uğradılar. Sultanın taraftarları olarak o vakte kadar güvendiği Arnavutlar da o sırada Trakya’daki İkinci Ordu’yu desteklediler. 21 Temmuz 1908’de sultana cemiyet adına yollanan telgrafta meşruti bir hükümetin kurulması isteniyor, aksi halde vârisi olan şehzadenin sultan ilan edileceği ve büyük bir orduyla İstanbul üzerine yürüneceği bildiriliyordu.
İslam geleneğini uygulayan Abdülhamit şeyhülislama başvurarak padişahın otoritesine başkaldıran Müslüman askerlerle savaşmanın haklı görülüp görülemeyeceğine dair bir fetva çıkarmasını istedi. Şeyhülislam bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, askeri birliklerin, reformlar yapılması ve haksızlıkların giderilmesi isteklerinin şeriata ters düşmediğine dair hüküm verdi. Abdülhamit bunun üzerine vezirleriyle üç gün süreli bir toplantı yaptı. Vezirlerin çoğu ordunun istemlerine taraftılar ve kabul edilmemeleri durumunda bir iç savaşın patlak verebileceğinin farkında olduklarından anayasayı oybirliğiyle onayladılar. Bu kararı sultana duyurma görevi başmüneccimbaşına verildi, bu kişi ise yıldızların da bu reforma olumlu baktıklarını belirtti. Sultan bunun üzerine boyun eğdi ve anayasanın bir kez daha yürürlükte olduğunu ve bu yönde Kuran adına yemin ettiğini telgrafla Makedonya’ya bildirdi. 1877’de feshedilen meclis bir genel seçimin arkasından yine toplantıya çağırılacaktı. Sultan Abdülhamit böylece tahtını kurtarmış oluyordu.
Sultanın boyun eğmesi üzerine Makedonya’da Enver Bey keyfi hükümetin son bulmasıyla Terakki’yi, “Bundan böyle hepimiz kardeşiz. Artık Bulgar, Rumen, Rum, Yahudi, Müslüman yok, aynı mavi göğün altında hepimiz eşitiz, Osmanlı olmaktan gurur duyuyoruz,” sloganıyla da İttihadı ilan etti. Şehrin birinde Bulgar komitesinin başkanı Rum başpiskoposunun boynuna sarıldı; bir başkasında devrimin subayları bir Hıristiyana hakaret ettiği için bir Türkü hapse attılar. Türklerle Ermenilerden oluşan ortak bir heyet Hıristiyan mezarlığında Ermeni katliamlarının kurbanları için bir anma töreni düzenledi. İstanbul’u sevinçli bir heyecan kaplamıştı; kalabalıklar, “Kanun-i Esasi çok yaşa!” Polis devletinin dağıtılacak olan o korku uyandıran ajanlarını ve jurnalcilerini kast ederek, “Kahrolsun casuslar!” diye bağırıyorlardı. Sansürcüler makamlarından kovulurken gazetelerde kutlamalar birbirini takip ediyordu. Şenlikler günlerce sürdü. Arabalı geçit törenlerinde Türk mollalar, Yahudi hahamlar ve çelişen Hıristiyan mezheplerinin başpapazları dayanışma içinde yan yana oturuyorlardı. Arabalar yoldaki kalabalıkların hizasında duruyor, Müslüman ve Hıristiyan din adamları ellerini uzatarak Kanun-i Esasi’yi koruması için dua ediyor, özgürlük nimetini millete bahşettiği için Tanrı’ya şükrediyorlardı.
Fakat sultandan inayetini esirgememesi için de Tanrı’ya dua ediyorlardı. Başkentinde, “Sultanımız çok yaşasın!” çağrıları hepsini bastırıyordu. Kurnazlıktan ödün vermeyen Abdülhamit milletine özgürlüğü bağışlayan yüce gönüllü meşruti hükümdar pozlarıyla milletinin gözüne girerek Jön Türkler’in şanından pay kapmayı başarmıştı. Kalabalık bir halk kitlesi, kendilerine gözükmesi için çok ender olarak çıktığı Yıldız Sarayı’nın kapılarının önünde toplanmıştı. Sultan ertesi gün sarayından çıktı da. Alkışlar arasında arabasıyla İstanbul sokaklarından geçerek çeyrek yüzyıldır girmediği Ayasofya’ya cuma namazına gitti. Çok geçmeden de 1877’den beri kapalı olan Meclis-i Mebusan’ı da türlü ırk ve inanç sahiplerinin katılımıyla açacaktı. Türkiye için mutlu bir dönemin başladığı anlaşılıyordu.
Ama bunun gerçekleşmesi gecikiyordu. Jön Türkler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin desteğiyle de olsa bu aşamada Türkiye Hükümeti’ni üstlenmeye hazır değillerdi. Bir miktar sivil tarafından desteklenen vatansever genç subaylardan oluşmuş bir cunta olarak, darbelerini, despot ve beceriksiz bir hükümdarın gücünü kısıtlamak, imparatorluğu giderek daha fazla tehdit eden tehlikelerle başa çıkmaya daha yetenekli bir meşruti hükümet tarafından yerini doldurmak amacıyla gerçekleştirmişlerdi. Aslında tutucuydular, ideolojilerden de esinlenmemişlerdi, devrimci sosyal değişiklikler gerçekleştirmeye özenmiyorlardı. Bütün istedikleri, on dokuzuncu yüzyılın reform hareketini etkin biçimde devam ettirmekti.
Yeni Osmanlılar yönetimin seçkin bir sınıfından çıkmışlardı; kendilerini iktidara geçecek ve anayasanın koşulları doğrultusunda yönetecek nitelikte hissediyorlardı. Jön Türkler ise böylesi bir yönetimsel nitelik iddiasında bulunamazlardı. Abdülhamit’in kendi eğitimsel, askeri ve sivil reformlarının ürünü olarak yeni oluşan profesyonel burjuva sınıfından çıkmışlardı. Çeşitli meslek ve görevlerde umut vaat etmekle beraber, hâlâ olgunlaşmış değillerdi ve yönetmek için gerekli deneyimden yoksundular. Dolayısıyla bu ilk dönemdeki rolleri tahtın arka planında bir tür nöbetçilikti, ağabeyleri olan liberal Türkler yönetirken onlar anayasanın gardiyanları olarak gözlemdeydiler. Yetki böylece hâlâ Babıâli’nin var olan hükümetinin elindeydi ve sarayın zararına olarak cemiyetle sıkı bir işbirliği halindeydiler.
Sultanın, anayasal hakkı uyarınca yalnız sadrazamıyla şeyhülislamından başka Harbiye ve Bahriye nazırlarını da atama denemesi nedeniyle çok geçmeden anlaşmazlık çıktı. Böylesi bir yetkinin uygulanması sultana silahlı kuvvetler üzerinde etkin bir kontrol sağlayarak cemiyetle genç subaylarının otoritesini zayıf düşürecekti. Cemiyet talebi anayasaya aykırı olarak reddetti, sultanın sadrazamının istifasını zorladı ve yerine (liberal eğilimli) Kâmil Paşa’nın geçirilmesini sağladı. Paşa, saraya bağlı olmayan deneyimli bir devlet adamıydı. Sonuçta kabul edilebilir bir Harbiye Nazırı atadı. Bir yandan yıl sonundaki seçimleri beklerken geleneksel bir reform programına öncülük etti.
Jön Türkler önceleri, bütün ırklarla dinlerin serbestçe kaynaşacağı çokuluslu bir devlet bünyesinde Osmanlılık ilkesini yaşatmaya çalıştılar. Fakat bu hayal üç farklı yönden sekteye uğratıldı. Avusturya-Macaristan Bosna’yla Hersek’i topraklarına katarak vatandaşlarının anayasal ayrıcalık iddialarının önüne geçti. Bulgaristan tam bağımsızlığını ilan ederek Prens Ferdinand’ı ortaçağ Bulgar imparatorluğu modelinde “Bulgarların Çarlığına” atadı. Girit de Yunanistan’la birleşmek kararını belirtti. Milliyetçilik ruhu Osmanlılığa baskın çıkmıştı.
17 Aralık 1908’de Sultan Abdülhamit arabasıyla eski Bizans Senatosu’nun yerindeki yeni Türk meclisini açmaya gidiyordu. Mebusları arasında Türk ve Türk olmayan tebaalar aşağı yukarı eşit sayıda, İttihat ve Terakki ise çoğunluktaydı. Meclisin başkanı, İttihad-ı Osmani’nin Paris şubesi başkanı olan Ahmet Rıza’ydı. Sultan yüksek sesle okunan açılış konuşmasında, sırf milletinin bir meşruti hükümete henüz hazır olmadığının ileri sürülmesi üzerine önceki meclisi tatil ettiğini ileri sürdü. Ama gelişen eğitim şimdi meclisin tekrar açılması yolunda genel bir istek belirtince, kendisi anayasayı hiç tereddütsüz yeniden ilan ediyordu, “üstelik buna karşı çıkan görüşler öne sürenlere rağmen.” Sultan böylece anayasa uyarınca ülkeyi yönetmeye kesinkes kararlı olduğunu belirtiyordu. İsabetli bir pohpohlama yoluna saparak bütün mebuslarını Yıldız Sarayı’nda bir şölene davet etti; kendi kutsal kaynağının suyunu Ahmet Rıza’yla paylaşarak gerçekten de meşruti bir hükümdar olarak saltanat sürmek niyetinde olduğuna bu kişiyi inandırdı.
Ama Ahmet Rıza’nın hayal kırıklığına uğraması yakındı. Çünkü gericilik kuvvetleri seferber olmaktaydılar. Politikalarının odak noktası, ülkenin şeriatla İslamın doktrinleri tarafından yönetilmesinden yana olan İttihadı Muhammedi Cemiyeti’ydi. Her türlü liberal reforma karşı olan bu oluşum, Volkan adındaki organı kanalıyla meclisteki daha tutucu ve dindar kesimlerle ordudaki erattan destek arıyordu. Diğer yandan sultanın kovulan jurnalcileri, kamu görevlileri ve saray hizmetlileri arasında da destekçileri çoktu.
1909’da nisan ayının ilk günlerinde Birinci Ordu Birlikleri İstanbul’da ayaklandılar, subaylarını devre dışı bırakarak Meclis-i Mebusan önündeki meydana yürüdüler ve şeriatın yeniden uygulanmasını istediler. Sayıları, dindarlar ve başka aşırıcılar kalabalığının katılımıyla daha da kabardı. Bunların hepsi şeriatçıların taleplerini tekrarlıyor ve “Kanun-i Esasi kahrolsun!” avazeleriyle yürüyorlardı. Çünkü gerçek siyasal hedefleri buydu. Askerler ve göstericiler meclis salonuna doldular, İttihatçı mebuslar kaçtılar, sadrazam istifa etti, ardılı ise İttihatçı mebusların alınmadığı yeni bir kabine kurdu. Abdülhamit lütfederek isyancıları bağışladı ve istemlerine boyun eğdi. Bununla eşzamanlı olarak, sultanın saltanatını noktalamak ister gibi, Adana’yla Kilikya’nın başka bölümlerindeki karışıklıklar bir kez daha birkaç bin Ermeninin katledilmesine bahane oldu.
İşte bu karşı devrimdi. Haber Selanik’e ulaşınca, cemiyet anayasayı savunmak için hızla ve şiddetle harekete geçti. Üçüncü Ordu’nun bir bölümünü “Hareket Ordusu” olarak İstanbul’a yolladılar. Güçlü bir general olan komutan Mahmut Şevket Paşa’nın yanındaki subaylar arasında Niyazi’yle Enver Beyler ve kurmay başkanı olarak büyük umutlar vaat eden Mustafa Kemal adında genç bir subay vardı. Birlikler başkenti kuşatmaya girişince, meclisin her iki salonundan mebuslar Ayastefanos’a gelerek paşanın emirlerini milletin iradesini temsil etmesi gerekçesiyle onayladılar. Mahmut Şevket Paşa sıkıyönetim ilan edecek, isyancıları cezalandıracak ve İstanbul’daki garnizonu küçültecekti.
Üçüncü Ordu Birlikleri 25 Nisan’da İstanbul’a girdiler. Başlıca iki kışla daha önce sultanın Arnavut muhafızlarının yerini alan, fakat gericiler tarafından akılları çelinen Selanik’ten gelmiş askerlerin elindeydi. Bu askerler şiddetle karşı koydular, fakat topların kullanılması sayesinde beş saatin içinde boyun eğdiler. Yıldız Sarayı çok geçmeden Hareket Ordusu’nun elindeydi. Halk o gece sarayın karanlığa gömüldüğünü gördü. Kurtarıcılar ertesi sabah saraydan çıktılar ve sultanın hadımlarından, casuslarından ve kölelerinden oluşan kalabalık bir kafileyi önleri sıra sürerek sokaklardan geçtiler.
Meclis-i Mebusan bu kez sultanın kaderini tayin etmek üzere toplandı. Abdülhamit kurnaz davranarak karşı devrimcilere görünürde destek vermekten kaçınmıştı. Ama bu hareketi esinleyenlere büyük paralar dağıttığının kuşkusu yoktu; ona önceleri sadece bir seyirci gözüyle bakan kamuoyu da tahrikçi olmasa bile, en azından bir suç ortağı olduğunu kavramakta gecikmedi. Meclis-i Mebusan sonunda Abdülhamit’in tahttan indirilmesine karar verdi. Şeriatla uyumlu olarak bu konuda şeyhülislama danışıldı. Kuran’la şeriatın gereklerine aykırı davranan, kamu parasını uygunsuz amaçlar uğruna harcayan, yurttaşlarını yasal yetkileri dışında öldüren, hapseden ve işkence ettiren, gaddarca davranan, ıslah olmaya ant içmişken bu yeminini bozan, fesat tohumları saçarak halkın huzurunu kaçıran, böylece kan dökülmesine neden olan “İman sahiplerinin sultanına” ne yapılacaktı? Durum böyle olunca tahtından indirilmesi caiz miydi? Bütün bu sorulara şeyhülislam tarafından verilen yanıt evet oldu.
Oybirliğiyle alınan bir karardan sonra meclis içinden bir heyet sultanı ziyaret etti. Sultanın kâtiplerinin ve otuz karaağanın bulunduğu saraydaki büyük bir salona girdiler. Çok geçmeden Abdülhamit on iki yaşındaki oğlunu elinden tutarak bir paravanın arkasından çıktı. Heyetin başkanı gerekli saygıyı göstererek sultanı selamladı. Ona, oybirliğiyle, yasal şekilde tahtından indirildiğini ve kardeşi Reşad’ın yerine sultan ilan edileceğini bildirdiler. Sultan büyük bir vakarla, “Kısmet böyleymiş,” diye karşılık verdi. Sonra biraz heyecanlanarak hayatının bağışlanıp bağışlanmayacağını sordu. Mebuslar buna karar vermenin adalet ve Türk milleti adına hareket eden Meclis-i Mebusan’ın görevi olduğu yanıtını verdiler; ama onlar yüce gönüllü bir ulustular. Kendini haklı çıkarmak için inler şekilde dil döktükten sonra Abdülhamit umutsuzluk içinde, “Allah kötülerin cezasını versin!” diye feryat etti. Bir görevli kendi kendine konuşur gibi, “İnşallah!” diye mırıldandı. Küçük şehzade o zaman hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Sultanın hayatı bağışlandı. Gece geç saatte, daha önce hiç ziyaret etmediği gara götürüldü ve iki küçük şehzadesi, ev halkından birkaç seçme adamı ve haremiyle birlikte Selanik’e yolladılar. Orada bir Yahudiye ait olan Allatini Köşkü’nde hapsedildi.
Bu çağdaş Osmanlı zalimi işte böyle yenilgiye uğratıldı ve küçük düşürüldü. Önce kansız bir devrime boyun eğen, sonra bir karşı devrimle yenilgiye uğrayan Abdülhamit büyük demokratik reformcu Mithat Paşa’ya meydan okurcasına Osmanlı İmparatorluğu’nu mahkûm ettiği mutlakiyet rejiminin sonunu hazırlamıştı. Böylesine gerici bir yönetimin, tüm başarısızlıklarına ve kusurlarına rağmen, on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinden beri yavaş yavaş filizlenen ve Balkanlar’ın komşu ulus-devletlerinin şimdi gözle görülür bir örneğini oluşturdukları liberal gelişim trendiyle uyuşmadığı kanıtlanmıştı. Kaderin garip bir cilvesi sonucunda Abdülhamit’in kendisi, kendi rejimine neye mal olacağını hesaplamadan, imparatorluğunda ıslah edilmiş bir eğitsel ve yönetsel sistemi gerçekleştirerek bu trendi izlemişti.
Tarih perspektifinden bakılınca, tüm insanlıkdışı yönetimine rağmen, Sultan Abdülhamit bir anlamda ilk Osmanlı atalarına layık bir ardıl olarak kabul edilmeyi hak ediyor. II. Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman gibi bir fatih olacak yerde, bir fatih olmamaya aynı derecede kararlı bir hükümdar olarak, tersine de olsa onların dengi olduğunu kanıtlamıştır. Onlar hareketin ustası iken, Abdülhamit durgunluğun ustasıydı. Savunmacı bir ruhla savaştan ve yabancıların savaşa yol açabilecek tuzaklarından kaçınarak imparatorluğunun kalan kısmını korumaya kendini adamıştı. Tecrit politikasında inat ederek pozitif askeri eylemler yerine, negatif bir diplomasinin hileleriyle yabancı devletlerin karşısında durmuştu. Hedefi, ne pahasına olursa olsun barışı sürdürmekti ve bütün bir kuşak boyunca bunu gerçekten de başardı. Böylesi bir politika, Hıristiyan azınlıklarının lehine yabancı müdahalesini kabulü sürekli reddetmeyi içeriyordu.
Fakat gerici Abdülhamit kendi Müslüman yurttaşları için modernleşmenin düşmanı değildi. Tam tersine, Tanzimat’la on dokuzuncu yüzyılın reformcu sultanlarının birçok bakımdan gerçek vârisiydi. Büyük reformcu II. Mahmut demokratik hedeflere ancak despotça çarelerle ulaşılabileceğine inanmıştı. Reform hareketinin, çelişen ideolojiler ve güçlü ile zayıf sultanların birbirini izlemeleri nedeniyle yüzyıl içindeki şanssızlığı bu görüşün ne kadar doğru olduğunu göstermiştir. Reformların -tüm eksiklerine karşın- gelişmeye aşağıdan teşvik edilmektense yukarıdan zorlanmasının gerektiğine inanan despot Abdülhamit’in tahta çıkmasıyla bu çekişmeler sona ermişti.
Liberal veya İslamcı muhalefeti umursamayarak daha liberal öncellerinin yararsızca denediklerinin çoğunu tek kişilik bir rejimin üstün gücüyle başarılı şekilde sonuçlandırmıştı. Şurası muhakkak ki toplumunun aşağı sınıflarının esenliğini kabaca ihmal etmiş, Türk milletinin kitlelerini cehalet, yoksulluk ve genel olarak gelişmemişliğin pençesinde bırakmıştı. Fakat üst sınıflar bünyesindeki eğitimsel reformları sayesinde yeni bir orta sınıf yaratmıştı. Türkiye, modern bir devlet adayı olarak çoktandır gereksindiği eksiksiz bir kamu görevleri müessesesine en sonunda kavuşmuştu. Abdülhamit halkının gerçek gereksinimlerini kasten görmezlikten gelirken bunu sultan ve halife olarak övündüğü sınırsız gücünün bir aracı olarak kullanmıştı. Ama eğitimin bu arada yayılması yeni bir Türk zümresini olgunlaştırmaktaydı. Bunların arasında yalnız askerlerle memurlar değil, doktorlar, öğretmenler, gazeteciler, tüccarlar ve yapımcılar gibi profesyonel sınıflar da vardı. Eğitim bunları tepkime yoluyla daha geniş ve değişiklik yanlısı ufuklara yönlendirmişti. Jön Türk Devrimi işte bunun sonucuydu.
Sultan Hamit despotluğunun pençesinde geçen bütün bir kuşağın çelişkisiydi bu. Yöntemlerinde hoşgörüden uzak, hatta acımasız olan Abdülhamit buna rağmen Türkiye için daha liberal bir geleceğin kapılarını açmıştı. Yurtiçindeki ve dışındaki bir barış döneminde doldurulması gereken bir boşluğu sistematik biçimde doldurmuştu. İnsani ve kültürel alanda, aynı zamanda da telgraf, demiryolu, matbaa makinesi vasıtasıyla haberleşmenin teknik alanında modernleşmiş bir ortam yaratmıştı; Türkiye şimdi bu ortamda istediği biçimde gelişmekte serbestti. Temeller atılmıştı, sahne hazırdı, oyuncular eğitilmişlerdi. Geriye, gelecek kuşaklar boyunca değişim sahnesini oynamak kalmıştı.
0 Yorumlar