NICOLAE JORGA: "2. ABDÜLHAMİT ve İTTİHAT - TERAKKİ DÖNEMİ"

TÜRK SİYASAL HAYATI YAZI SERİSİ
11. YAZI

Bu bölüm 16 Ağustos 1912 tarihinde tamamlanan; Romen tarihçi Nicolae Jorga'nın, Osmanlı İmparatorluğu kitabı, 5. Cilt, 8. Bölümden alıntılanmıştır.


DEVRİM, YENİ ÇAĞLAR VE ESKİ GELENEKLER

Sadece ismen vergiye tâbi Bulgaristan’ın kurulması; Doğu Rumeli Eyaleti ile birleşmesi; Makedonya’da çözülemeyen anlaşmazlıklar; Yunan eşkiya çetelerinin faaliyetleri; Girit’te Osmanlı Devleti ile her bağlantıya nüfûz eden bitmek bilmeyen ayaklanmalar; Sisam Adası’ndaki kışkırtmalar; Ermenilerin özgür bir anavatan kurma hayalleri; Kürtlerin Anadolu’da yarattıkları karmaşalar ve Türkiye’nin tek dayanağı olarak kalan Arnavutların Avrupa’daki anarşileri; Arap milliyetçiliğinin dinî değil de, siyasî yönde uyanışı – tüm bunlar, geniş topraklar üzerinde hâlâ 15 milyon nüfusa sahip olan, ama aralarında ne ırk veya dil ve kültür, ne de inanç veya ortak bir ekonomik faaliyet bağı olmayan bu devletin aslında çöküşü anlamına geliyordu. Yine de “eskilerin” geri getirilemez biçimde kayboldukları ve zorla kabul edilen “yenilerin” işe yaramadığı anlaşılmış bir imparatorluğun bu yavaş çöküşünden sanki içinde yaşayan insanlardan hiçbiri şikâyet etmiyormuş gibi görünüyordu. Hristiyan tebaa kendini tamamen milli ideallerine kaptırmıştı ve kilise ile okullar için çalışarak, kendilerine İstanbul’da birçok küçük düşürücü olaylar ve büyük tehlikelere bağlı zorlu yaşama katılımın yararsız görüneceği bir meşgale bulmuşlardı. 

Hiçbir hatt-ı hümâyûn, hiçbir fermân veya idare Osmanlı düşüncesi ışığında mahalli bir siyaset yaratamamıştı.

Tesalya Bölgesi, Yunanistan
Muhafazakâr Türkler, iyi günlerin çoktan bittiğine kendilerini iyice inandırmışlardı. Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Karadağ’dan, Tesalya’dan ve Girit’ten kaçan dindaşlarının, padişahın himayesi altında sefil bir hayat sürmek için Anadolu’ya nasıl yöneldiklerini görüyorlardı ve her biri, gerektiğinde aynını yapmak için hazır bekliyordu. Gençler sadece daha düşük maaşa daha kötü işler yapmak için memuriyette terfi almayı bekliyorlardı. 

Okullar artık sadece sayıları günden güne artan, Şark’a mahsus tembelliğin Avrupa’ya mahsus bürokrasinin birleştiği ve insanlara eziyet çektirip, ceplerini boşaltan bürolarda çalışacak adaylar yetiştiriyordu. 

Sadrazam Hayreddin Paşa
Ulema sınıfı, İslâm’a sadece zaman zaman geri kalmış halkı düşünerek müsamaha gösteren liberal düşünceli Midhat Paşa’nın devrilmesinden sonra, daha büyük bir nüfûz kazanmıştı. 1879 yılının Haziran ayında, sadrazamlık makamının gücünü kuvvetlendirmek istediği için, Sadrazam Hayreddin Paşa’yı devirmişlerdi, ama bu cahil din adamları gerçekte okuma yazma öğretilen sıbyan mekteplerinde eğitim vermek; şeriat mahkemelerinde tarafların mevkileri ve feda ettikleri paralara göre hüküm vermek; kahvehanelerde memurların liberal görüşlerini kınamak; Selanik ve Cidde’deki gibi karışıklıklar ve gereksiz ölüm sahneleri yaratmaktan başka bir şey yapabilecek kapasitede değildiler. Osmanlı Meclisi 1878 yılından sonra bir daha toplanmamıştı ve her şeye itaatkâr bir şekilde kafa sallayan bir meclise gerek olmadığı anlaşılmıştı. Nâzırlar, neredeyse önemsiz isimlerini Osmanlı yıllıklarına geçirmeye lâyık bile değildiler. 1876 ve 1881 yılları arasında 18 değişik kabine yönetime gelmişti ve 1881 yılında Ahmed Vefik Paşa ve dönemin tek gerçek “şahsiyeti” olan Küçük Said Paşa, iki gün içinde görevlerinden alınıp, tekrar birbirlerinin yerine geçmişlerdi.
Sultan 2. Abdülhamit

Her şeyi eline geçiren tek bir kişi vardı: Sultan II. Abdülhamid. 

Tek siyasî faktör olma hırsına kapılmış ve bu amacına da ulaşmıştı. Yanında başka hiçbir müşavire, özellikle de ağabeyinin aksine başka bir siyasî faktöre tahammül edemiyordu. Etrafını casuslar ve şahsi menfaatler güden bir siyasetin sinsi ve paraya ihtiyacı olan araçları sarıyordu.

Türkiye’nin çok kritik bir zamanda kaderini neredeyse 40 yıla yakın bir süre ellerinde tutan Sultan II. Abdülhamid’in; keşke dedesi Sultan II. Mahmud gibi, despot da olsa bir ideali olmuş, keşke daha ulvî amaçlar için yaşamış ve çaba göstermiş olsa idi! 1877 yılının yaz aylarında büyük sevinç gösterileri altında, heyecanla ezelî düşmanı ile tüm gücünü kullanarak savaşmak üzere, tahta cülûs eden genç sultan (doğumu 22 Eylül 1842); melankolik gözleri dikkatleri çeken ve hayranlık uyandıran güzel yüzlü şövalye ruhlu bu şehzâde; hafiyelerin, ihtişamı seven ahlaksız saray hizmetkârlarının ve “dostum” dediği Suriyeli İzzet [Holo Paşa] gibi kâtiplerin kol gezdiği ve haremin bilinçsiz kalabalık kadınların da eklendiği değersiz bir toplumun içinde zaman geçtikçe, mutlak güce sahip bir hükümdarın eşi benzeri görülmeyen faaliyetsizliğinden ziyade korkudan, gözlerinin önünde tahttan indirilip, gizlice öldürülen ağabeyinin gölgesi eksik olmayan ve zamanından önce çöken yaşlı bir adam hâline geldi. Sultan II. Abdülhamid döneminde sadrazamlık makamına, 1886-1891 yılları arasında Kâmil Paşa, 1896 yılında, daha sonra bu makama altı kez getirilen ve 1896 yılında Yıldız Sarayı’ndan “bağımsız ve sorumlu bir kabine” talep etme cesaretini gösteren Küçük Said Paşa, Halil Rıfat Paşa, Cevad Paşa, vs. gibi önemsiz şahsiyetler getirilmişti. 
Kıbrıslı Kamil Paşa

Sultan Abdülhamid artık gece gündüz saklanan, yattığı yeri herkesten gizleyen, sırdaşları ve itaatkâr kulları olmayanlar dışında hiç kimse ile konuşmayan ve ancak haftada bir camiyi ziyaret ederken, maaşlarını düzenli ve zamanında alan ihtişamlı Arnavutlarının arasındaki görkemli arabasının aniden ortaya çıkması ile halkının arasında görünen yaşlı ve hastalıklı bir adamdı. 

Ölümden ruhuna acı verecek kadar korkuyordu ve parayı, görkemli saraylar yaptırmak ya da musahiblerini ve cariyelerini altına boğmak için sevmiyordu. Kendi döneminde sadece çok sevdiği bir kadının anısına “Yıldız” Sarayı adını alan bir saray ve sarayın yanına ibadetini yerine getirmek için bir cami yaptırdı. Paraya gelince, Sultan Abdülhamid her gün ihmal edilmiş tebaanın kanı ve teri ile nâzırları ve alacaklıları ile bölüştüğü ve el konulan mallar, Anadolu’da ve Irak’ta geniş toprakların şahsi mülkleri ile birleştirilmesi ve memurlarla subayların ödenmeyen maaşlarını işleterek – ki devlet kendi iç borçlarını teşkil eden kaimeleri ve kendi sikkeleri olan beşlikleri ve altılıkları kabul etmek istemiyordu - sürekli olarak zenginleştirdiği şahsi hazinesine akan paraları, hükümdarlığına ve hayatına kasteden herşeyi ortaya çıkarmak ve cezalandırmak için bir araç olarak görüyordu.

Mithat Paşa
Bazı huzursuz unsurların, örneğin parlamento komedyası ve 1876 yılında sultanın öldürülmesi olayına karıştığı için tüm kalbi ile nefret ettiği Midhat Paşa’nın öğrencilerinin ve Batı’da yetişip, liberalizm ve milli onur hayranı ateşli gençlerin, elinin uzanamayacağı uzaklıkta yaşadıklarını, umut ettiklerini ve faaliyet gösterdiklerini biliyordu. Bir seferinde, 1897 yılında hepsini geri çağırdı ve onları denetim altında tutmak için büyük paralar harcadı. Casuslarının raporlarına her zaman nakit ödüyordu. Aynı şekilde Avrupa basınında kendisine karşı bir “kampanyayı” da para dağıtıp, bunun yerine övgü dolu yazılar yazdırarak gizlemeye her zaman hazırdı. Ama bu propagandaların gerçek anlamını, büyük geleceğini ve yakın zaferini, Fransız ve İngiliz yazarlar tarafından “dünya üzerindeki büyük katillerden” biri olarak nitelendirilen ve lanetlenen tecrübeli ve çok akıllı bu yaşlı hükümdar tahmin edemezdi. Özgür basın ve özgür yazarlığa izin verilmiyordu ve Sultan II. Abdülhamid, tehlikeli düşünceleri engellemek için bunun yeterli olduğuna inanıyordu. Tebaa İstanbul’da çıkan “Vakit gazetesinde Tunus’taki gibi Hristiyan hakimiyetinin Müslümanlarda yarattığı felaket veya maliyeyi kurtarmak için Avrupalı memurların gerekli olduğu gibi yazılar okuyorlardı. Avrupa örneğine göre Kırım Savaşı’ndan sonra oluşan ve Lamartine ile Renan’ı şahsen tanıyan Şinasi (ölümü 1871), eleştirmen ve “Vatan Yahut Silistre” dramının yazarı Namık Kemal (ölümü 1887) ve Âlî Paşa’nın düşmanı Ziya Bey (ölümü 1880) zamanından beri kendine yandaş bulan çağdaş edebiyat akımı, halka yabancı kalmıştı. Daha sonraları ilk defa Mehmed Emin Bey [Yurdakul] artık yarı Farsça, yarı Arapça değil de halk dilini kullanarak, “geleneksel” dilde değil de, artık gerçek Türkçe yazma cesaretini gösterecekti. Bu akım, uzun süre sadece Fransız klasiklerin (Moliere, Voltiaire), çağdaş Fransız şiirinin ve romantik maceracı akımın – Ahmed Midhat – veya natüralist akımın – Zola’nın “Therese Raquin” adlı eseri - romanlarının çevirilerini sağlayacaktı. Reşid Paşa tarafından yayınlanan bazı “diplomatik belgelerin” veya Âkif Bey’in şahsi “görüşlerinin [Tabsıra]” iki baskı hâlinde yayınlanmasına rağmen, siyasî propaganda edebiyatı tamamen eksikti.

Sultan Abdülhamid servetine, casuslarına, methiyecilerine, ordusuna güveniyordu ve yurtdışında sağlam bir dayanağı olması için Almanya’nın dünya siyasetini her zaman destekliyordu. 

Kral 2. Wilhelm
Sultan 2. Abdülhamit, Kayser Wilhelm’i 1898 yılında, ağabeyinin İmparatoriçe Eugenie’ye hazırladığı merasime benzer bir törenle karşıladı. Ayrıca Doğu Akdeniz’deki Alman Katolikleri himayesine alıp, Almanya’nın ekonomik menfaatlerini desteklemekte gecikmedi. Bu menfaatlerin arasında Anadolu demiryollarının Alman bir şirket tarafından Bağdat-Basra hattı inşaatına başlanması ve Almanların Haydarpaşa Limanı’nın, Haydarpaşa-İzmid-Ankara demiryolu hattının ve Selanik-Manastır demiryolu hattının inşası, ayrıca Ankara-Kayseri demiryolu hattı ve Eskişehir-Konya demiryolu hattı imtiyazlarının Alman kapitalistlere verilmesi gibi menfaatler bulunuyordu. Avrupa’da 750 kilometre olmak üzere sekiz yıl önce tamamlanan 1764 kilometre demiryolu hattının 1300 kilometresi ve sadece Anadolu’da projesi tamamlanmış 1379 kilometre ve inşaatı süren 544 kilometre demiryolları Alman girişimcilere aitti. Sultan II. Abdülhamid, elçilere şahsi yardımlarda bulunuyordu ve elçileri böylece susturuyor ve minnettarlığa zorluyordu. Örneğin İngiltere’ye 1903 yılında İzmir-Aydın demiryolu hattının imtiyazı verilmişti. Nihayet halife olarak ortaya çıkmayı seviyordu ve bu kutsal karakteri kendini güvence altına almak için ayrı bir araç olarak görüyordu. Ağabeyi Abdülaziz’in eski nâzırı olup, daha sonra Tunus hükümetine getirilen Tunuslu Hayreddin Paşa’nın idealini sevinçle kabul etti: Tunus Dayısını vasalı olarak görmek; fanatik Senusilerin ve Ihvanların (Kardeşler) Tunus’taki hareketlerini desteklemek; Avrupa’nın gözünden düşen Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın azlini bildirmek; Tunus’taki Müslümanların Fransa’ya karşı huzursuzluklarını körüklemek; yabancılara karşı Mısır milliyetçiliğinin öncüsü Arabî Paşa’nın yanında yer almak ve nihayet Harem Ağası Behram Ağa aracılığıyla Arabistan’da Panislamizm adına çalışmak hoşuna gidiyordu.

Sadece Batı’nın zorba ve yavaş yavaş yok edici bir hâle gelen nüfûzuna karşı mücadele edebilmek için Avrupa tarzındaki kurumların kabulü bazında – ki genç Japonya da aynı şekilde Avrupa’ya karşı mücadele ediyordu – 1870 yılında faaliyetlerine başlayan Jöntürklerin gazeteleri önce Kahire’de, daha sonra Paris’te ve Cenevre’de yayınlanmaya başladı. 1897 ve 1899 yıllarında, sürgündeki Jöntürklerin yandaşları olarak bilinen birçok genç mahkeme önüne çıkartılıp, ağır hükümler giydi. 

Sadece “uğrunda kendini feda edecek kadar anavatanına sadık bir vatansever” olan Murad Bey, Ahmed Rıza Bey, Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar ve Arnavutların kendi soydaşları tarafından sevilen lideri İsmail Kemal Bey gibi, 1876 yılının yenilen ve yok edilen Terakki Cemiyeti’nin hayatta kalan üyeleri ve Fransız İhtilali hayranları ya da Damad Mahmud Celaleddin Paşa ve oğulları Sebahaddin ve Lütfullah Paşalar gibi, Sultan Abdülhamid’in Osmanlı tebaanın sevgisine dayanan bir Osmanlı tahtını tercih eden kaygılı akrabaları gibi, kendi menfaatlerini zerre kadar düşünmeyen, büyük hizmetler vermiş, özverili ve gerçek birer vatansever olan böyle insanlar, yeni ve bağımsız özgür Türkiye için çalışmamış olsalardı, “Kızıl Sultan” muhakkak ki sınırsız mutlak güce sahip bir şekilde hayata veda edebilecekti. Paris komitesi ile bağlantıya geçip, Murad Bey gibi bazı liderlere ulaşmayı başardı ve Fransız hükümeti kendisine ihtilalci basına karşı yardımda bulundu. Ermeni ve Bulgar asilerle kardeşçe bir araya toplanıp, Osmanlı’nın geleceği için kararlar alan Jöntürklerin kongreleri tehlikeli sayılmazdı. Ayrıca 1897 yılından beri subaylar asice düşünceler sebebiyle takibe alınmışlardı. 1900 yılında askerî okulu bitiren bazı öğrenciler, ceza mahiyetinde basit birer er olarak eyaletlere gönderildiler. Sekiz yıl sonra, 22 Temmuz 1908 tarihinde, 3. Kolordunun tamamı kazanıldıktan sonra, Arnavutlar savaşa hazır beklerken, askerî okul müfettişi tarafından birçok meslektaşı ile birlikte İstanbul’a bir anket için çağrılan Enver ve Niyazi Beyler, İttihat ve Terakki Cemiyeti adına, Hilmi Paşa yönetiminde özgür bir hayatın yaşandığı Makedonya’da bir garnizon olan Resne’de özgürlük bayrağını çekti.
Küçük Said Paşa

Hükümetin Anadolu birliklerine karşı savaşmak gerekmiyordu, zira onlar da tıpkı Arnavutlar gibi, kendilerini özgür kılan bayrağın taşıyıcılarının tarafına geçtiler. Makedonya’daki başkomutanlarından biri olan Şemsi Paşa öldürüldü, bir diğeri yaralandı ve bir üçüncüsü asiler tarafından esir alındı. Asiler, Midhat Paşa’nın anayasasından başka bir şey istemiyorlardı. [Küçük] Said Paşa, 24 Temmuz’da yeni çağın başlangıcını ilan etmek üzere, İstanbul’da devletin yönetimini devraldı. Yerine 6 Ağustos’ta Kâmil Paşa ve 1909 yılının Şubat ayında Hüseyin Hilmi Paşa geçti. İlk Mebusân Meclisi 107 Türk, 45 Arap, 27 Rum, 22 Arnavut, 10 Ermeni, 5 Bulgar, 4 Sırp, 3 Yahudi, 2 Kürt ve birer Romen, Dürzî ve Marunî’den oluşuyordu.

Ama II. Abdülhamid’in nüfûzlu saray grubu çabuk pes etmeyecekti. Sultan’ın orduda, sadık Arnavutlarının dışında birçok yandaşı ve ulema sınıfı ile İstanbul’un avam takımı arasında bir o kadar daha yandaşı vardı. Huzursuz birlikler, başlarında subayları olmadan, 13 Nisan/31 Mart’da nâzırların ve meclisin üzerine yürüdüler. Sultan Abdülhamid, sanki neden olduğu ayaklanmanın baskısı altında hareket ediyormuş gibi, derhal Edhem Paşa yönetiminde bir Rum (Mavrokordato) ve bir Ermeni’den (Noradungiyan) oluşan bir kabine kurdu.

Ama 5 bin kadar askerden destek alan bu zayıf hükümetin, Makedonya’dan başkente doğru hareket eden orduya direnmesi mümkün değildi. 

Asiler, davaları için kendi hayatlarını hiçe sayacak şekilde bir mücadele verdikten sonra, Mahmud Şevket Paşa 24 Nisan’da İstanbul’a girdi. Hükümetin yönetimini Ahmed Rıza Bey yönetiminde kurulan bir kabine devraldı. Sultan’ın tahttan indirilmesi artık siyasî bir gereklilik hâline gelmişti. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine yine şeyhülislâmın bir fetvası cevaz verdi ve 27 Nisan’da, Abdülhamid’in uzun süre kafes hayatı yaşamış yumuşak başlı kardeşi şehzâde Reşad (doğumu 3 Kasım 1844), V. Mehmed Reşad olarak tahta cülûs etti.

Ahmed Rıza Bey
Rakiplerini kan akıtmadan alt eden galiplerden bazıları, tek başına mucizeler yaratan özgürlüğün bile Ahmed Rıza Bey başkanlığındaki mecliste 180 Müslüman’ın yanı sıra 50 Hristiyan ve 3 Yahudi görev alıyordu ve tüm eyaletler eşit oranlarla temsil ediliyordu. Ama birkaç gün sonra gerçek tüm çıplaklığı ile kendini gösterdi.

Yeni Türkiye önce devleti kullanmak için her fırsatı kollayan dış düşmanlarına; sonra farklı milletlerin özgürlük baskısına; daha ileride zaferi kazanmak için şimdilik gizlenen, ama hâlâ çok güçlü olan muhafazakâr grubun intikam hırsına; geri kalmış eyaletlerdeki anarşiye ve yeni liderlerin böylesine büyük siyasî değişikliklerde her zaman beklenen gaddarlığı ve tecrübesizliğine karşı mücadele etmek zorunda idi.

Uzun yılların mahsülü olan bu çalışma, bu zorlukların ortaya çıkışı ve bu zorluklara karşı yapılan mücadelelerin anlatılması ile tamamlanacaktır.

Franz Joseph
Avusturya, yeni rejime ilişkin habere, işgali altında bulunan bölgeleri [Bosna-Hersek] 5 Ekim’de kendi topraklarına katarak cevap verdi. Bâbıâli’ye küçük bir teselli olarak Yenipazar Sancağı bırakıldı. Jöntürkler, antlaşmalara ve hukuka aykırı bu tedbire itiraz etmeyi uygun bulmadılar. Bu görevi sadece tüm Sırpların ülkesine geri dönen I. Peter Karayorgoviç yönetiminde birleştirilmesine dair ideallerinin yok edildiğini düşünen Sırbistan üstlendi. Kayser Franz Joseph tarafından yeni bir anayasaya kavuşturulan Bosna ve Hersek’in yeni efendileri, yeni kazanılan bu topraklar için 27 Şubat 1909 tarihinde 54 milyon 250 bin korun ödediler. Bu ödeme resmi olarak sadece vakıf malları karşılığında ödenen bir tazminat olarak görünüyordu. Avusturya aynı zamanda ithalat vergisinin yüzde 11’den yüzde 15’e çıkartılmasını onayladı; Bâbıâli’ye tamamen bağımsız bir ticaret siyaseti yürütme hakkı tanıdı, yani Türklerin ekonomik menfaatlerinin korunmasını vaat etti; yeni monopolleri kabul etti ve kapitülasyonların yerine çağdaş antlaşmalar yapmaya hazır olduğunu bildirdi.

Aynı gün Prens Ferdinand tekrar kurulan özgür Bulgar “Çarlığı’nı” ilan etti ve birkaç ay sonra bu ünvan, Türkiye’nin menfaatlerinden ziyade, “her yerde tanınan” ve “büyük milletlerarası simsarların en tehlikelilerinden biri olan” Yahudi kapitalist Baron Hirsch tarafından 1874-1888 yılları arasında inşa edilen Rumeli demiryolları şirketinin hakları ile ilgilenen Avrupa devletleri tarafından tanındı. Türk hükümeti, 1909 yılı Mart ayında Bulgaristan tarafından ödenmesi gereken tazminatları almak yerine, Rus elçiliği, 100 milyon mark tutarında olup, büyük bir bölümü Doğu Rumeli için ödenmesi gereken vergiden oluşan bu meblağın, Rusya’ya hâlâ ödenmesi gereken savaş tazminatına mahsup edileceğini bildirdi. Yine Rusya’nın arabuluculuğu ile 6 Nisan tarihli yeni protokol imzalandıktan ve demiryolları meselesi çözüme kavuşturulduktan sonra, Bulgar Çarlığı önce Rusya tarafından resmen tanındı.

Ama tüm bunlar yeterli değildi. Tam birçok hedefe ulaşılmış ve birçok açık hesap kapanmışken, İngilizlerin elindeki Mısır ve Fransızların elindeki Tunus arasında yeni bir askerî düzenleme getirilmiş Trablusgarb’ı ilhak etmek üzere dost bir devlet ayaklandı. Trablusgarb’ın iç kısımları için, büyük bir direnişten sonra, Bâbıâli ve Fransa arasında bir antlaşma akdedilmişti. Sultan Abdülaziz’in oğlu Şehzâde Yusuf İzzeddin, Batı’ya yaptığı bir seyahat sırasında oldukça sıcak karşılandığı Roma’yı ziyaret etmişti. Trablusgarb’taki İtalyan konsolosu ve bu konsolosu hor gören makamlar arasında uzun zamandan beri anlaşmazlıklar yaşanıyordu gerçi, ama bu anlaşmazlıklardan bir savaşın çıkabileceğini Türk çevrelerinde hiç kimse tahmin edemezdi. 27 Eylül’de İtalya’dan aniden hiç beklenmedik bir ültimatom geldi. Bu ültimatomda İtalya’nın Trablusgarb’ı askerî ve idarî tedbirlerle daha yüksek bir kültür seviyesine çıkartması gerektiğinden bahsediliyordu. Cevap için tanınan 24 saatlik sürenin bitiminde İtalyan filosunun Trablusgarb önlerine ve ikinci bir filonun Adriyatik Denizi’nde Preveze ve Draç önlerine gelmesi ile savaş ilan edildi. Ancak Avusturya ile herhangi bir anlaşmazlığa düşmemek için Preveze ve Draç’a herhangi bir saldırıda bulunulmadı.

Eski Roma elçisi Hakkı Paşa’nın yerine geçen Said Paşa, Batı’nın geri kalmış Şark’ta her türlü ahlaki kültürüne duyulan güveni sarsabilecek bu barış ihlaline ve emrivaki işgale asil sözlerle itiraz etti. Afrika’da saldırıya uğrayan eyaletlerin savunması, orada bulunan ve “özgürlüğün kahramanı” Enver Bey’in de katıldığı askerî birliklere ve sultana sadık kalan Senusi kabilesinin Araplarına bırakıldı.

Trablusgarb, birkaç gün sonra ele geçirildi, ama şehrin etrafındaki kalelerde sonbahar ve kış boyunca zorlu mücadeleler verildi ve İtalyanlar, ilk fethettikleri yerin dışına taşamadılar. İtalyan birlikleri gerçi Derne, Bingazi ve Hums’a konuşlandılar, ama daha ileri gitmelerine izin verilmedi, hatta kimi zaman mevzilerini takibatlardan dolayı davalarına daha da sıkı sarılan Arapların taarruzlarına karşı savunmak zorunda kaldılar.

İtalya, savaşı bir an önce sona erdirebilmek amacı ile kralın 2 Kasım tarihli hükmü ile Trablusgarb’ın ilhakını ilan etti ve 1912 yılının Mart ayında Avrupa kabineleri bu teşebbüsü büyük bir sevinçle kabul ettiler. Ama henüz oyunu kazanmamışlardı: Beyrut’un ve Arabistan sahilinin top ateşine tutulması Fransa’nın sadece daha büyük bir kızgınlığa kapılmasına neden oldu ve sayısız İtalya'nın Suriye topraklarından çıkartılmasını hızlandırdı.

1912 yılının ilkbaharında, Trablusgarb Harbi’nin neredeyse bitmek üzere olduğu bir zamanda, İtalyanlar bu sefer Çanakkale Boğazı’na saldırdılar, ama hiçbir sonuç elde edemediler. Buradan Rodos’a yöneldiler ve Rumların ihanetine uğrayan Türk ordusu, hiçbir mücadeleye giremeden esir alındı. Eskiden Rodos şövalyelerinin mülkleri olan Rodos ve komşu adalar İstanköy (Kos), İncirli (Nisiros) ve Ustopulya (Astipalaia)’ya geniş kapsamlı bir özerklik tanındı ve ada sakinlerine toplanan bir mecliste gelecek için istekleri soruldu. Yunan ülküsünün tekrar canlandırılmış olmasına rağmen, tüm bu işgallerin tek amacı, Bâbıâli’yi Trablusgarb’tan vazgeçmeye zorlamaktı.

Tüm bunlara rağmen, yeni rejim dost devletlere bile kulaklarını tıkadı. 

Devleti yönetenler, Fransız İhtilali’nin gerçek talebeleri ve Midhat Paşa’nın halefleri olarak Mustafa Reşid, Fuad ve Âlî Paşaların tek bir siyasî Osmanlı milleti oluşturma fikrini tekrar gündeme getirdiler: “Millet ve ırk adı altında ve bu esaslara dayanarak siyasî oluşumlar” yasaklandı. Hristiyanlar, ordunun altı kolorduya ayrılmasına ilişkin maddeleri değiştirilmeyen 1910 tarihli kanuna göre orduda hizmet verebiliyorlardı. Yabancılar, ticaret vergisi ödeyeceklerdi. Ayrıca vakıf mallarının tasfiye edilmesi düşünülüyordu, hatta kapitülasyon rejiminden muaf tutulmanın sağlanabileceğine dair umutlar besleniyordu. Her yerde mektepler kurulacaktı. Patrikhanelerin siyasî yetkileri kaldırıldı ve Makedonya için, devlet lehine olmak üzere kiliselerin birbirleri ile mücadele hâlindeki unsurlara göre belirlenmesini öngören bir kanun hazırlandı. Arnavutlar, Müslüman olarak Arap alfabesini kabul edeceklerdi. Çaresizlik içinde her zaman meşru olmayan bir mücadele vermiş olan İttihat ve Terakki Fırkası (Jöntürk) temsilcilerinin çoğunlukta oldukları İkinci Mebusân Meclisi, dış ilişkilerin gün geçtikçe kötüye gitmesinden kaynaklanan bir ruh hali içinde, 1908 yılında hazırlanan programı takip etti ve zayıflığının bilincinde, askerî diktatörlüğe boyun eğdi. Liberal muhalefet ile irtibat hâlinde olan kaygılı subaylar tarafından kurulan yeni cemiyetler ve nihayet Arnavutluk’un Temmuz ayı sonlarında ayaklanması, Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa kabinesinin kurulmasına neden oldu. Kâmil Paşa’nın ilk işi, direniş gösteren Mebusân Meclisi’ni feshetmekti.

Böylece dinî ve milli imtiyazları olduğu kadar, mahalli örf ve âdetleri de yok etmeye çalışan “Osmanlı milletine” karşı, eyaletler birer birer ya ayaklanıyorlardı – ilk Mebusân Meclisi’nde “Liberal Birliğin” 80 merkezileştirme karşıtı mebusa karşılık 150 merkezci mebus vardı – ya da ezelden beri duydukları reddetme duyguları güçleniyordu. Sırbistan yakınlarında yaşayan ve vergi ödeme, askerlik hizmeti yapma – hem de sadece İstanbul’daki muhafız kıtalarında değil – ve okul ücretleri ödemeye itiraz eden Arnavutlar, 1909 yılında Davud Paşa tarafından silahla bastırılmaya çalışıldılar. Debre ve Manastır kongreleri, “Osmanlı-Arnavut Birliği için” kurucu meclis olarak toplanıyorlardı. Ama kısa bir süre sonra Gegalar, tarihi Kosova muharebe alanı yakınlarında ve 1878 yılından sonra direnişleri ile ünlenen Prizren, Yakova ve İpek’te ayaklandılar. 1910 yılında Turgut Şevket ve [Mehmed] Cavid Paşalar asilerin üzerine gönderildiler. Liderleri İsa Bolatin kaçtı ve galipler ülkenin her yerinde emredilen silahsızlandırma işlemlerine başladılar. Yine de 1911 yılında Arnavutluk’un gerek kuzeyinde, gerekse güneyinde zorlu savaşlar veriliyordu. Gegalar, tıpkı Toskalar, Müslümanlar ve Katolikler gibi, ancak alfabe ve âşâr vergisi dahil olmak üzere, geniş kapsamlı imtiyazların tanınmasından sonra tekrar huzuru sağladılar. Son zamanlarda çok daha güçlü bir biçimde ortaya çıkan yeni Arnavut hareketine büyük ölçüde İtalya ve Karadağ’ın kışkırtmaları neden olmuştur: Priştina fethedildi ve İsa Bolatin gerçekten de Üsküp’te Arnavutluk’un özerkliğini ilan etmeye niyetli görünmektedir. Böylece daha önceki ayaklanmalarda da Karadağ’ın ve İtalya’nın parmağı olduğu artık hiç şüphe götürmez: Yeni Kral Nikita ile yapılacak bir savaş daha karışıklıklar başlamadan önlenemez gibi görünmekte olup, sadece Rusya’nın böyle bir savaşa onay vermeyeceği ve hiçbir surette desteklemeyeceği yönündeki açıklaması, Karadağlıların çekimser ve nazik bir tutum almalarına neden oldu.

İhtilalden sonra Avrupa devletlerinin koruyucu faaliyetlerini kaldırdıkları Makedonya’da Sandanski’nin Bulgar Prensliği’ndeki “Vırhovist” soydaşları ile irtibat hâlindeki Bulgar yandaşlarına olduğu kadar, Yunan çetelerine ve onlara para veren Manastır ve Gevgeli piskoposlarına karşı da katı tedbirler alındı. Yunanlılar, kiliselerinin imtiyazlarını savunmak için Bulgarlarla birleşemediler, ama Bulgarlar arasında bir Jöntürk-Osmanlı grubu oluştu ve asilerin lideri Çernopeyev, Arnavutlarla irtibata geçerken, enerjik Mebus Panço Dorev ile kendine güçlü bir yandaş buldu. 1911 yılı sonlarından itibaren Yunan çeteleri de tekrar harekete geçtiler. “İttihat ve Terakki”nin Selanik’teki kolu, şehirlerde Jöntürk hareketine sıcak bakan unsurları, milliyet ayrımı olmayan “anavatanının ayağa kaldırılması” için organize etmeye çalışıyordu. Rum Ortodoks Patriği, okullar konusunda İstanbul’da Rumlar için milli bir meclis toplamak isteyince, bu talebi hükümet tarafından yasaklandı.
Girit, eskisi gibi imparatorluktan koparılan bir parça olarak kaldı. Adada hakiki bir Yunan yaşamı hüküm sürmektedir: 1909 yılında Avrupa devletleri, gerek meclisin Kral George’a sadakat yemini etmeyi reddeden Müslüman üyelerini uzaklaştırmak, gerekse Atina’daki kurucu meclisin Giritli temsilcilerin gönderilmesini engellemek için müdahale etmek zorunda kaldılar. Türk halkı, Yunanlıların meydan okumalarına, Yunan mallarını boykot ederek cevap verdiler ve Başvekil Rallis savaş ve barış arasında seçim yapmak zorunda kaldı. Venizelos başkanlığındaki yeni Yunan kabinesi, eski meydan okuyucu tutumlarla tam bir tezat oluşturan oldukça ihtiyatlı bir siyaset yürütmekteydi. Giritli seçmenler tarafından 1912 yılında Atina’ya gönderilen temsilcilerin toplantılara katılması askerî güç kullanılarak engellendi.

Islahatlara direnen Dürzîler, 1911 yılında Sami Paşa’ya yenildiler ve Sami Paşa daha sonra Arabistan akınlarını yönetmek üzere Bağdat’a vali olarak gitti. Arabistan’da İbni Suud’un ayaklanmasından sonra Necid ve Yemen asilerin eline geçti. İngiliz dostu İbni Reşid’in oğlu Mahmud Yahya, Sanaa Şehri’ni kuşatma altına alıp, Rıza Paşa’nın askerlerini Arapların davası için kazanmayı başarırken, İbni Suud ayaklandıktan bir süre sonra 1906 yılına kadar Kuveyt’in Vehhabî Emiri Mubarek İbnü’s-Sabah ile birleşti ve Fevzi Paşa’nın birliklerini yendi. Mısır’da yeni bir güç oluşturan ve tıpkı diğerleri gibi Arabistan’ı ele geçirmek isteyen ve planları lehine ihtilalci bir grup kurmak için kendine becerikli ajanlar bulan İngiltere ile yaşanan bir anlaşmazlıktan sonra, Nizâmî askerler Sina Yarımadası’nda anlaşmazlık konusu olan bölgeyi terk ettiler. Şeyh Hamideddin, Peygamber’in halefi olarak ortaya çıktı ve gözünü Kutsal Yerler’e dikti. Osmanlı Sultanı sadece İbn Reşid’in şahsiyetinde, sadakatini İbni Suud’a karşı bir çatışma sırasında hayatı ile ödeyen bir müttefik bulmuştu. Vehhabîlerin geleneklerini tekrar canlandırmaya çalışan Mehmed İdris ve Arap Mehdi İmam Yahya, Osmanlı birliklerine direndiler ve İmam Yahya, Saana’yı 1911 yılında kuşatma altına aldığında, şehir İzzet Paşa tarafından büyük bir ordu ile kurtarıldı. Ancak Mehmed Ali’nin de tamamen yenilmesinden sonra, İzzet Paşa Asir’i de tehlikeden kurtarmayı başardı. Osmanlı hükümeti, şehirlerde daimi birlikler bulundurarak ve Hicaz demiryolunun yardımı ile ayaklanmanın yayılmasını önlemeyi ummaktaydı. Neticede Kızıldeniz’e gelen İtalyanlar, belki de İngiltere tarafından desteklenmedikleri için, Arapların arasında kendilerine müttefik edinemediler.

İttihat ve Terakki Fırkası üyeleri, iki yıl önce Osmanlı Devleti’ni Selanik’teki merkezlerinden yönetebilmeyi umuyorlardı, ama karşılarında Midhat Paşa’nın fikirlerini benimseyen ve nâzırlarını, gerçek birer komplocu ve ihtilalci olarak gizlilik içinde faaliyet gösteren Jöntürkler’in bir aracı olarak görmek istemeyen “liberal bir fırka” ve Turgut Şevket Paşa’nın demir gibi iradesi ile yönetilen bir ordu buldular. İttihat ve Terakki tarafından özgürlüğü engelleyici unsurlar olarak göründükleri için bazı nâzırlar devrildiler. İttihat ve Terakki Fırkası, 1910 yılı Ekim ayı sonunda kongresini gerçekleştirdi ve ilk kez bu fırkanın başkanı Halil Bey, nâzır olarak devrilen Talât Paşa’nın yerine geçti. Muhafazakâr grupla yapılan bir mücadeleden sonra, İttihat ve Terakkiciler nihayet 1911 yılı sonlarına doğru ihtilalci bir organizasyon olarak, hükümeti bundan böyle engellememe kararını aldılar. Tüm bunlara rağmen, Trablusgarb krizi sırasında Mebusân Meclisi dahilinde grupların öfkeleri devam etti ve Sultan V. Mehmed Reşad, çok zor da olsa Meclisi tasfiye etmek zorunda kaldı. Tamamen İttihat ve Terakkicilerin elinde olan ve yeni bir kavganın çıkmadığı gibi, hiçbir faaliyetin de gösterilmediği Mebusân Meclisi’nin dağılımı yukarıda kısaca açıklanmıştı. Üçüncü Mebusân Meclisi ancak 1913 yılının ilkbaharında tekrar toplanacaktır.

Bir yüzyıldan beri yavaş yavaş Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine geçen Meşrutiyet Türkiye’si, milletlerin özgürce gelişimini engellemeyen, ama aynı zamanda devletin güvenliğini de sağlayamayacak daha mantıklı bir federalizm ve Suriye ile Arabistan’ı da içine alarak, Türk ve Müslüman unsurların Trakya ve Anadolu’da, milli gelişimin doğal kanunlarına direnmeyecek şekilde yavaş yavaş yoğunlaştırılması arasında bir seçim yapmak zorundadır. Parlamenter rejim, hatalarına rağmen, gün geçtikçe daha yoğun bir gerçekçiliğe dönüşmekte olup, vazgeçilmez bir unsur hâline gelmiştir. 

Geçmiş, geri getirilemez bir biçimde geçmişte kalmıştır. 

Devletin, özgürlük rüzgârlarının estiği bir çağda bile katkısını esirgemeyen Batı sermayesinin vasiliğinden kurtuluşu, ancak daha gelişmiş bir kültür üzerine kurulan milli bir ekonomi ile mümkün olacaktır. Daha ölçülü hayaller kurmak; Batı devletlerinde bile artık ölmek üzere olan siyasî kuramlara ilişin daha az mücadelelerde bulunmak ve karşılığında ulaşılması gereken hedeflerin, mevcut şartların ve en dahi siyasetçinin bile aşamayacağı, kudretli bir el tarafından konulan sınırların ve engellerin bilincine varmak – tüm bunlar, Osmanlı tarihçilerine göre normal bir Türk-Müslüman gelişimi için en güvenilir yollar gibi görünmektedir. Neticede “Osmanlı İmparatorluğu” bir hatıradır, hem de tehlike getirebilecek bir hatıra. Bugüne kadar Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, ayrıca 16. ve 17. yüzyıllarda yaşayan devşirmelerin haleflerinin hükmündeki İstanbul’da ve Rumeli’nin, Makedonya’nın ve Anadolu’nun köylerinde, beş yüzyıldan beri atalarının cesareti ile kurulan devletin gidişatından tamamen soyutlanmış bir halk yaşamaktadır. Aynı devlet, zorunlu askerlik hizmeti uygulanmaya başladığından beri, artık neredeyse sadece köylüler ve fakir vatandaşlar tarafından silah altında köleliğe benzer bir askerlik hizmeti ile savunulmaktadır. Bu halk, Türk halkıdır. Jöntürkler’in misyonlarını yerine getirmek için yapabilecekleri en güzel hizmet, bu gayretli, namuslu, çalışkan ve kanaatkar, son derece misafirperver, fedakâr - hele ki herşeyden kâr sağlamayı çok iyi bilen bencil Bulgarlar, Rumlar ve Ermenilerle karşılaştırılınca! – ve dindar halkı, tefecilerin ve genelde başka soylardan gelen memurların baskısından kurtarmak ve Fransızca kitaplar okumasa, gazete çıkartmasa ve mecliste bir konuşmanın ne anlama geldiğinin bilincinde olmasa da, bu halka tarihi rolünü geri vermektir. Bu, neredeyse tamamı savaşmasını bilmeyen ve hiçbir şeyi feda etmek istemeyen Selanik’teki gürültücü Yahudilere, kalben Osmanlı Devleti’ne düşmanlık besleyen Fenerli Rumlara, Makedonya’nın içine kapanık Bulgarlarına, Erzurum’daki intikam ateşi ile yanan Ermenilere, kainatın tüm dillerinde dayanışma ve birlik içinde yeni bir Osmanlı vatanseverliği hakkında vaazlar vermekten çok daha güzel ve çok daha faydalı bir iş olacaktır!

Bu bölüm 16 Ağustos 1912 tarihinde tamamlanan; Romen tarihçi Nicolae Jorga'nın, Osmanlı İmparatorluğu kitabı, 5. Cilt, 8. Bölümden alıntılanmıştır.

Yorum Gönder

0 Yorumlar