OSMANLI'NIN SON 50 YILINDA ASKERİ VE EKONOMİK DURUM

TÜRK SİYASAL HAYATI YAZI SERİSİ
9. YAZI

Halihazırda topraklarının büyük bir kısmını 18. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yayılmacı bir politika izleyen Rus İmparatorluğu’na ve yerel milliyetçi akımlara (Sırp ve Yunan) kaptıran imparatorluk, 1877-78 (93 Harbi) (Romanya ve Bulgaristan kurulduğunda, Bosna Avusturyalıların, Anadolu’nun en doğudaki bölgeleriyse Rusların eline geçti) ve 1912-1920 yıllarında (Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı) iki büyük toprak kaybı dalgası daha yaşadı. Bu son dalgada, Avrupa’da bulunan toprakların neredeyse tümü Balkan Savaşlarında Balkanların genç ulus-devletlerinin, ardından da Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap vilâyetleri Britanya İmparatorluğu’nun eline geçmişti. Buralarda kaybedilen topraklar, dört ila beş yüzyıldır Osmanlı egemenliği altındaydı. Balkanlar’daki vilâyetler ise, sadece en ileri, nüfus yoğunluğu en yüksek ve en zengin vilâyetler olmakla kalmayıp aynı zamanda Osmanlı elit yönetici sınıfının başka yerlere nisbetle oldukça büyük bir bölümünün de memleketiydi. 


...
18. Yüzyıldan itibaren Rusya karşısında alınan yenilgiler, bu sebeple içerilere doğru gelen göç hareketleri askeri modernleşmeyi öncelikli kılıyordu. 1826 yılında "Muallem Asakir-i Mansure-i Muhammediye" ordusu ile Avrupa tarzında giyinen ve idare edilen bir ordu kuruldu. Sabit bir ordu, aktif yedekler ve milis kuvvetlerden oluşan Prusya tipi zorunlu askerlik modeli 1844’te uygulamaya kondu. Askere alma, Avrupa’da da olduğu gibi, yaş grupları dahilinde kura seçimiyle yapılıyordu. 
...
Çağdaş malzemeye ve cephaneye sahip Batı usulü bir ordunun oluşturulması, askeri harcamalarda çarpıcı bir artışa yol açtı. Zorunlu askerliğin getirilmesi, asker sayısında hatırı sayılır bir artış anlamına geliyordu. Başka bir deyişle, başarılı bir askeri reform için temel gereklilikler para ve insandı. Önce malî duruma bir göz atalım.

Osmanlı İmparatorluğu elbette bir tarım devleti idi. 1856’ya kadar (Islahat Fermanı) vergi gelirlerinin en önemli iki kaynağı öşür vergisi (ve “ağnam resmi” gibi benzer vergiler) ile, “korunan” azınlıkların, yani Hıristiyan ve Musevi topluluklarının, ayrı dini gruplar halinde yaşama ve ibadet etme haklarını sürdürmek için verdiği “cizye” idi. Vergiler hane reislerine uygulanıyordu ve tüm imparatorlukta iltizam sistemi geçerliydi. 
...
1856’da, Britanya ve Fransa’dan gelen baskılar sonucunda sultanın gayrı-Müslimlere kanun önünde eşit haklar tanımasıyla beraber, “cizye”nin yerini askeri muafiyet vergisi aldı. Gümrük vergileri, tüketim vergileri, geçiş paraları, liman ve pazar ücretleri devlet gelirinin diğer kalemleriydi. 
...
1838’de Britanya ile (ve kısa süre sonra diğer güçlerle de) Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, hükümet gümrük vergileri ve geçiş ücretleri konusundaki hareket özgürlüğünü kaybetti. Kırım Savaşı’nın ertesindeki politik ortam, Avrupa sermaye piyasalarında borçlanmaya uygun olsa da, 1875’te dış borçlarını ödemeyi başaramayan devlet, itibarını yükseltmek için bazı önemli gelir kaynaklarını, Duyûn-u Umumiye’nin temsil ettiği alacaklılarına devretmek zorunda kaldı. 1877-78 (93 Harbi) savaşı da imparatorluğu Avrupa’daki en zengin vilâyetlerinin bazılarından mahrum bıraktı. 
...
Belirli bir gerçekçilik seviyesinde ve güvenilir ilk bütçe, 1909 yılında Jön Türk yönetiminin maliye dâhisi Cavid Bey tarafından gerçekleştirilmiş. Bu bütçe devlet gelirini 25 milyon Türk Lirası’nın (27,5 milyon İngiliz sterlinine tekabül ediyor) biraz üzerinde gösteriyor. Bu miktarı Osmanlı’nın rekabet etmek durumunda olduğu devletlerin bütçeleriyle karşılaştırabilmek amacıyla, Britanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve Rusya’nın 1900 yılı için Mitchell’in Historical Statistics’’inde [Tarihsel İstatistikler] yayımlanmış bütçelerini ele aldım (bu kaynak, Osmanlı üzerine hiçbir bilgi vermemektedir). Karşılaştırmaya temel oluşturmak için de, Posthumus’un döviz kurları tablosunu kullanarak, tüm yerel para birimlerini Hollanda Florini’ne çevirdim. Sonuç aşağıda görülmektedir:

1900-1910 Yıllarında Devletlerin Bütçe Gelirleri:
Britanya: 1680 milyon Hollanda Florini
Fransa: 1831 milyon Hollanda Florini
Avusturya-Macaristan: 1321 milyon Hollanda Florini
Rusya: 2113 milyon Hollanda Florini
Osmanlı İmparatorluğu: 330 milyon Hollanda Florini

Başka bir deyişle, Osmanlı’nın en büyük rakibi Rusya’nın, barış zamanında eldeki parası, Osmanlı’nınkinin yedi katıydı. Herhangi bir silahlanma yarışında bu durum büyük önem taşıyordu. Bu durum aynı zamanda Osmanlıların giderek büyüyen ve sonunda ezici bir hal alan borcunu açıklamaya da yardımcı oluyor. Borcun nedeni, Avrupalı veya Osmanlı tenkitçilerin varsaydıkları gibi sarayın savurganlığı değil, savaş gemileri ve silahlardı.

1900-1910 Yıllarında Devletlerin nüfusları:


Başka bir deyişle, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nunkine yakın olan devletlerin nüfusu, yüzyıl sonunda yüzde 30 ila 50 artmış; ezeli düşman Rusya’nın nüfusu Osmanlıların beş katına ulaşmıştı. Sadece askeri açıdan bakıldığında, yüksek miktarlardaki muafiyet sayıları nedeniyle bu manzara daha da kötü bir hale geliyordu. Dini âlim ve talebeler, İstanbul ve Haremeyn [Mekke ve Medine] sakinleri gibi çeşitli Müslüman kategorilerinin yanısıra, askerlikten muaf olan en önemli grup gayri-Müslimlerdi. 

1844’ten beri Osmanlı ordusu sadece Müslüman erkekleri askere alıyordu. Bu durum 1856’da kanun önünde tam eşitliğin tanınmasından sonra da devam etti. Hıristiyanlar ve Museviler 1909’a kadar askere gitmek yerine “bedel” vergisi ödemeyi sürdürdüler. Haliyle, bu durum ordunun asker kaynaklarını bir hayli kısıtlıyordu. 

1878’e kadar Hıristiyan ve Museviler nüfusun yüzde 40’ına yakınını oluşturuyorlardı. 1914’te bile hâlâ sayıları yüzde 20’ye yakındı. Ordunun asker toplayabileceği taban erkek, yerleşik, Müslüman nüfustu. Bu durumda askere kayıt yüzdesinin Avrupa’nın en düşüğü olmasına şaşmamak lazım: Barış zamanında nüfusun sadece yüzde 0,35’i her yıl orduya yazılıyordu. Tam seferberlik durumunda bile halkın yüzde 4’ü orduda hizmet veriyordu ki, Fransa’da Birinci Dünya Savaşı sırasında bu oran yüzde 10 idi. 

Ordunun temel problemi modern donanım eksikliği değildi. Devletin borç aldığı paranın çoğu modern Avrupa yapımı silah alımına harcanıyordu, fakat sınai bir temelin olmayışı, silahların teçhizat ve cephanesinin ithal edilmesini zorunlu kılıyordu. Amerikan İç Savaşı ile beraber savaşlar giderek daha “endüstriyel” bir nitelik kazandıkça, sınai bir temelin eksikliği de giderek daha ciddi bir engel oluşturmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada imparatorluk hâlâ ağır top güllesi üretimine geçmemişti. Sargı üretimi de yeterli düzeyde değildi. 

Osmanlı’nın genel endüstriyel üretimi konusunda elimizde veri bulunmasa da, sanayileşme için elzem bir ön koşul olan kömür üretimine baktığımızda, karşımıza çok net bir manzara çıkıyor. Osmanlı’nın en önemli maden işletme bölgesi olan Karadeniz Ereğlisi’ndeki kömür havzalarındaki üretim, 1896’da Fransızların bölgedeki kömür madenlerini işletmeye açmasının ardından neredeyse iki katına çıktıysa da, 1900’lerin başında üretim miktarı yılda 600.000 ton civarındaydı. Bunu bazı önemli Avrupa ülkelerinin 1900 yılı üretimiyle karşılaştıralım:


Osmanlı İmparatorluğu’nun kendini savunabilmesi (ya da savunamaması) bağlamında incelemek istediğim son etmen, modern savaşlardaki önemi 1870’teki Fransa-Prusya Savaşı’nda ispat edilmiş olan demiryolu ulaşımı. 1914’te, Osmanlı İmparatorluğu büyük miktarlardaki mal sevkiyatında hâlâ gemi taşımacılığını kullanıyordu (ki bir savaş durumunda bu son derece savunmasız kalmasına yol açacaktı), fakat demiryollarının önemi de artmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı arefesinde ülke çeşitli genişliklerde 5759 kilometre uzunluğunda demiryoluna sahipti. Aynı dönemde diğer ülkelerin demiryolları ise aşağıda verilmiştir:


Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık iki katı yüzölçümüne sahip olan Hindistan’ın demiryolu ağı, Osmanlı’nınkinin neredeyse on katı kadardı. Osmanlı demiryolu sisteminin yapısı da Avrupalı rakiplerininkilerden farklıydı. Fransa ve Britanya’nın demiryolu ağları metropolden (Paris veya Londra) yayılan hatlarla bir örümcek ağını andırıyor, bu şekilde, bütünleştirici bir etkiyle devlet kontrolünü sağlamlaştırıyordu. Kıta imparatorluklarındaysa demiryolları döşenirken askeri düşünceler ön plana alınmış, birliklerin topluca ve hızlı bir şekilde sınırlara kaydırtabilmesi amaçlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancılar tarafından 1860 ve 1890 yılları arasında inşa edilen demiryollarının durumu farklıydı. Bunlar temelde limanlarla üretken iç bölgeleri birbirine bağlamaya yönelikti. Ancak 1888’den itibaren Alman sermayeli Anadolu Demiryolu ve Bağdat Demiryolu, 1901’den itibaren ise Hicaz Demiryolu inşa edildikten sonra imparatorluk, eyaletleri başkente bağlayan ve stratejik bir rol üstlenebilecek olan bir demiryolu ağına kavuştu. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun kendini etkin bir şekilde savunma konusunda gösterdiği başarısızlığı tartışırken bu sayıları da akılda tutmak gerekir. Yedi kat daha zengin, beş kat daha kalabalık, kömür üretimi neredeyse otuz kat daha fazla ve demiryolu on bir kat daha büyük olan Rusya gibi bir ülke ile mücadele sonrası ortaya çıkan bu sonuca kim şaşırabilir ki?
...

Osmanlı reformcularının karşı karşıya geldiği iki sorundan biri olan ulusal birlik, diğer sorunu, yani para ve insan gücünü tamamen gölgelemişti. 

Ekonomik ve finansal akılcılık, neredeyse tamamen gayri-Müslimlerin elinde bulunan modern sanayi ve ticari sektörlerinin genişletilmesi ve etkin bir vergilendirmeyle azami kazancın sağlanması demekti. Fakat 1914’e gelindiğinde, yüzbinlerce Müslüman’ın ve özellikle de siyasi ve kültürel elit kesimin büyük bir bölümünün memleketlerini kaybetmesine yol açan Balkan Savaşları’nın yarattığı travmadan sonra, bu artık bir tercih olmaktan çıkmıştı. Yani 1914’te Jön Türklerin başlattığı Millî İktisat programı, öncelikle etnik-dinsel bir milliyetçiliğin ürünüydü ve ekonomik bir amaçtan çok siyasal bir amaca hizmet ediyordu. Gayesi, gayri-Müslim girişimcilerin yerine Müslümanları getirmekti. 1914’te daha savaş bile çıkmamışken 200.000 Yunanlı sınırdışı edildi, geride kalan Hıristiyan girişimcilerin de hayatları mümkün olduğunca zorlaştırıldı. Millî İktisat programı her ne kadar oluşumunu cumhuriyet döneminde tamamlayan bir yerel Türk girişimci sınıfının büyümesine olanak sağladıysa da, imparatorluk için ticari, teknik ve idari becerilerin kaybına ve üretkenlikte düşüşe yol açtı.
Askeri akılcılık ise muafiyet sayılarının azaltılmasını, mümkün olduğunca yeni asker toplanmasını ve bu askerlerin, ordu ve donanmanın savaşma gücünü artırmak için etkin bir şekilde kullanılmasını gerektirirdi. Fakat burada da etnik ve dinsel düşmanlık mantığıyla hareket edildi. Jön Türkler (çok da nedensiz yere değilse bile) Rum ve Ermeni cemaatlerinin sadakatinden şüphe duyuyorlardı ve Rum ve Ermeni askerlerle riske girmek istemiyorlardı. Bu durum Aralık 1914-Ocak 1915’te Osmanlıların Ruslara karşı giriştikleri kış taarruzunun, büyük can kayıplarıyla tam bir hezimete dönüşmesinden sonra çarpıcı bir şekilde ortaya çıktı: Ermeni askerler silahsızlandırılıp amele taburlarına gönderildi. Bunların çoğu daha sonra öldürüldü. 

1915 Mayıs’ından başlayarak Anadolu’daki Ermeni nüfusunun Suriye çöllerine sürülmesi ve bununla beraber gelen toplu infazlar, her türlü ekonomik ve askeri akılcılıkla çelişki içindeydi. Doğu Anadolu’daki kırsal alanlarda bu sürgünler ziraat sektörünün büyük bir bölümünü harap etti ve Osmanlı ordusunun yerel besin kaynaklarından mahrum olarak çarpışmasına yol açtı. Şehirlerde ise sınai ve ticari altyapının önemli bir kısmının tahrip olması, tüm imparatorluğun üretim kapasitesine zarar veriyordu. 

Birinci Dünya Savaşı’nın etnik politikaları, daha sonra 1922’de Rumların kaçması ve Milletler Cemiyeti himayesinde 1924’te gerçekleştirilen mübadele ile birlikte, Anadolu’yu etnik ve dinsel açıdan çok daha homojen bir yer haline getirdi. Bu politikalar Türkiye Cumhuriyeti gibi başarılı bir ulus-devletin kuruluşunun temelini oluşturduysa da, imparatorluğu kurtarmaya yetmedi.
...

Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatiyetini sürdürmeyi başaramamasındaki nedenler birden çoktur. İmparatorluk, Avrupa güçleri ile rekabet için gerekli olan insan gücü, para veya sınai temellere sahip değildi. Kapitülasyonlar çerçevesinde Avrupa ülkelerine tanınan ayrıcalıklar Osmanlı’nın ekonomik alanda manevra kabiliyetini sınırlamıştı. Müslümanların hükmettiği ve giderek büyümekte olan bir devlet aygıtı ile, tamamen yabancı himayesi altındaki Hıristiyan kesimin hâkim olduğu modern endüstriyel ve ticari sektör arasındaki din temelli bir işbölümü, devletin ekonomik büyümeyi kaynaklarını arttırmak için kullanamaması anlamına geliyordu. Aynı zamanda, himaye altındaki Hıristiyanların sayısında ve servetlerinde yaşanan patlama, ayrılıkçı milliyetçiliğin yeşermesine son derece uygun bir sosyal ve kültürel ortam sağlamıştı. 1860’larda Osmanlı elit sınıfı bu duruma ortak Osmanlı vatandaşlığı ve vatanseverlik çağrılarıyla karşı çıkmaya çalıştığında, çoktan iş işten geçmişti...


Erik Jan Zürker, "Savaş, Devrim ve Uluslaşma" Kitabından alıntıdır. Bu bölümü Hollandaca'dan çeviren MELİS BEHLİL'dir. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı. Kırmızı renkli yazılar kendi eklemelerimdir.


Yorum Gönder

0 Yorumlar